İnsanlık tarihi, etkileşimlerin bir tarihidir aynı zamanda. Belki de bu sebeple saf (pure) bir kültür olmadığı söylenebilir. Kültür, toplumları birbirinden ayırt eden bir unsur olarak tanımlanır; fakat toplumların yüzyüze geldikleri sorunlar karşısında ürettikleri cevabın dayandığı paradigma önemlidir. Bu da esasen sadece içinde bulunulan zamanın değil, çok uzun bir tarihi geçmişten süzülüp gelen bakıyelerin ve yapıların çerçevesinde gerçekleşir.
Müslüman toplumların hala da tecrübe etmeye devam ettikleri ve etkileri itibarıyla önemini hala koruyan değişim, bilindiği gibi modernlikle ve Batı ile karşılaşmadır. Osmanlı Devleti, savaş meydanlarında yenilmeye başlayınca, yavaş yavaş bir sorunun baş gösterdiğini anlamıştı. Genelde toplumlar konfor zamanlarında, içlerine giren virüsün ve problemim farkına varmazlar. Fakat işler yolunda gitmeyince bu sorunlar üzerine odaklanmaya başlarlar. Bu anlamda Batı’nın farkına varan Osmanlı Devleti, pratik olarak eski ihtişamlı günlerine kavuşmak için modernleşmeye ordudan başladı. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması, Yeni ordunun kurulması, Fransa’dan subayların getirilmesi, askeri okullar ve mühendishanelerin inşası hep bu sürecin ürünüdür. II. Mahmut ise Batı’dan bir dizi gündelik hayat ve bürokrasi alanında “iktibas”lar yaptı.
Esasen bu noktada, İbn Haldun’un teorisinin oldukça açıklayıcı olduğunu belirtmemiz gerekmektedir. Ona göre Hadari toplumlar, asabiyetlerini kaybetmeye başlarlar ve bir müddet sonra konformizm iyice yerleşerek toplumların zayıflamasına sebep olur ve sonra çöküş kaçınılmazdır. Toplumlar yenilince de taklit başlar. Dolayısıyla İbn Haldun’a göre, yenilen milletler yenenleri taklit ederler. Doğrusu Osmanlı ve Batı ilişkisinde de bundan farklı bir şey olmamıştır.
Bu iktibasların ve yenileşmelerin yetmediği görüldüğünde, bir müddet sonra sorunun çok daha derinlerde olduğu, yüzeysel benzeme ve iktibaslarla bir gelişmenin sağlanamayacağı anlaşılmaya başlandı. Birçok Osmanlı aydını da kendi zamanlarında buna dikkat çekmiştir. Bu minvalde, Hukukta, gündelik hayatta, ticarette vb. yapılan kanun değişmeleri bir türlü istenen neticeleri verememiştir.
Peki bunun temel sebebi nedir? Öncelikle Batı düşüncesinin yüzyıllar boyu öncesine dayanan bir paradigması vardır. Her toplum kendi paradigması içinde sorunları çözmeye çalışır ve bunun altında yatan felsefe önemlidir. Batı dünyası, Rönesans’tan başlayarak Hümanizma ile tekrar insan merkezli bir evren anlayışına dayanmış, sermaye birikimini, bireyselleşmeyi, reformu ve Aydınlanma’yı gerçekleştirmiştir. Bunlar ise yüzyılları alan bir serüvendir. Dolayısıyla geliştirdiği kurumlar ve pratikler bir felsefenin, paradigmanın temelinde yükselirler. Herhangi bir toplum, bu kurum ve pratikleri iktibas ederek, kendisini geliştiremez. Doğrusu bu gerçeği uzun bir süredir devam eden modernleşme tecrübemiz içerisinde çok boyutlu olarak yaşadık. Maalesef bizim modernleşme tecrübemiz pragmatik bir içerikle seyretmiş; günübirlik ve acele ile anlık bir ihtiyacı görmek biçiminde tezahür etmiştir.
Öncelikle hangi felsefe ya da paradigmadan hareket ettiğimizi ve bunun için en temel ilkelerimizin neler olduğunu ortaya koymak lazımdır. Bu ilkeler çerçevesinde sorunlarımızı nasıl çözeceğimize dair bilimsel üretimler yapmamız gereklidir. İşte bu üretimleri yaparken geniş bir tartışmanın ve dünyanın farklı tecrübelerinden faydalanmanın gerçekleştirilmesi gerekir. Maalesef biz henüz bu bağlamda bilimsel bir birikim üretebilmiş değiliz. Sorunlarımızı hala “acil” kaydıyla ve iktibaslarla çözmeye çalışmaktayız.
Kendi paradigmamız ve felsefemiz çerçevesinde bilimsel tartışmalar, acil ihtiyacımızı oluşturmaktadır. Rakam vermeyeceğim ama kendi işrakımızı yaratmak için çok zamana ihtiyacımız var.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi