İnsan bazen kendisiyle de kavgalı oluyor, hem de şiddeti yüksek, etkisi fazla olarak. Kendi kendinizi yiyip bitiriyorsunuz. Bu kavgada insan kendisinin bazen işe yaramaz biri olduğuna kanaat ediyor, öyle düşünmeye başlıyor, öyle karar kılıyor. İnsanın işe yaramaz olduğu nasıl anlaşılır demeyin, insan bunu en iyi kendisi anlıyor. İnsan kendisini en iyi bilendir, insanın kendisine ait bir gizlisi saklısı yoktur.
Bazen, kâğıdı kalemi elinden atıyorsun, okuduğun kitabı fırlatıyorsun, ayağa kalkıp koridorda gelgitlerle biraz zamanı harcıyorsun. Bildiklerinin hiçbir işe yaramadığını, anlattıklarının karşıda pratik tezahürünü göremeyince, bilmenin de çok önemli olmadığını anlıyorsun. Sürekli okuyup yazmanın, her defasında bulduğuna anlatmanın, buna rağmen elindekilerinin elinden kaymasının seyrine dayanamıyorsun. Bir isyan değil tabi ki, ama büyük yürek yangını oluyor benliğinde.
Anlaşılamamak ya da anlaşılır olamamak, anlaşılabilecek şekilde anlatamamak, insanların zamanlarını beyhude geçirdiğini gördüğünüzde, en yakınlarınızın bile sizi yıllar yılı es geçtiğini fark ettiğinizde, yüreğinize diklemesine saplanan bir hançer oluyor. En baştan alıyorsunuz meselenizi, ilk başladığınız yere gidiyor, oradan tahlillerle olduğunuz yere gelmeye çalışıyorsunuz. Lakin ne mümkün, olduğunuz yere nasıl geldiğinizi en iyi bilen sizsiniz. Nelere rest çektiğinizi, kimlere diklendiğinizi, dişiniz tırnağınızla bulunduğunuz yere geldiğinizi en iyi bilen kendinizsiniz. Olduğunuz yerden ilk başa dönmenin dayanılmaz acısını bedeninizin en ücra köşesine kadar yaşıyorsunuz.
Sonra; iki elinizin arasına başınızı alıyor, düşünüyor düşünüyorsunuz… Daha sonra bir şeyi çok net anlıyorsunuz: Bilmenin her şeyi hatta hiçbir şeyi halletmediğini, bilmenin bildirdiğini yapmadığınız, bilmenin bildirdiğini yerine getirmediğiniz zaman, sadece kendinize amansız bir yük olduğunu kavrıyorsunuz. Bilmenin belki de o an ilk pişmanlığını yaşıyorsunuz, tarifsiz bir keder içinizi yakarak boğazınızdan midenize kadar iniyor. “Bilmenin bedeli ne kadar zormuş” diye hayıflanıyorsunuz.
Bütün gücünüzle haykırışınızın, çabalamanızın, yılların emeğiyle adeta bir iğne oyasının misali, ilmek ilmek örerek öğrendiklerinizi olanca cömertliğinizle ortaya saçıp dökmenizin, sizin için bir hazineye değişemeyeceğiniz hafızanızın, muhataplarınız karşısında hiçbir değerinin olmadığını görüyorsunuz.
Avuçlarınızın arasından, sahip olduklarınız akıp gidiyor, gözlerinizin önünde insanların eriyip giden ebedi hayatlarının şahitliğini yapmak kahrını yaşayarak ömür sürmeniz size keder olarak çok fazla geliyor. Hüznün en amansızını yaşıyorsunuz. Burada kendinizle kavganız alevleniyor.
Sokaklarda, caddelerde, bulunduğunuz mahallede, varlığınızı ne kadar hissettirmeye çalışsanız da, bütün samimi duyguları kuşansanız da, bedelini ödemeye hazır olsanız da, beyhude yaşamın tercihini yapanlar, sırtını dönüp gidiyor.
Bazen kendisiyle kavgalı oluyor insan, hem de cengin dik alasını yaşıyor. Merhamet sınırlarını bile zorluyor. İnsanların akın akın gözlerinin önünde eriyip gitmelerini gördükçe, çaresizliğin verdiği hissiyatla bütün faturayı kendisine kesiyor.
Sonra kendinize dönüyorsunuz, sorgulama başlıyor, bedelini kendinize keserek, yanlışın sahibi olarak kendinizi buluyor, bedel ödetmeye kalkıyorsunuz. Suskunluğu tercih ediyorsunuz, kâğıda kaleme küskünlüğü, kitaplara ambargo koymayı, zihniniz bulanıyor, gözleriniz yaşarıyor. Davet şevkinin ateşiyle çıktığınız sahada, egemen zihniyetin duvarına tosluyorsunuz. Suskunluğunuz ve küskünlüğünüz de işe yaramaz bir hal alıyor.
Müthiş bir anaforun içindesiniz, bildiklerinizin pratiğe aktarılması sizin imanınızla bağlantılı, ne kadar biliyorsan o kadar sorumlusun. Sürekli gelgitler içinde zamanı tüketiyorsun. Acının çaresizlikle birleştiğinde nasıl bir ruh hali olduğunu şahsınıza münhasır yaşıyorsunuz.
Ve yeniden bir ayağa kalkışa hazırlanıp, kaldığınız yerden devam diyerek yola revan oluyorsunuz. Kafanızda, yılların içinde eriyeceği planlarla ortaya çıkıyorsunuz, susmanın ve küsmenin kendinize zarar olduğunu görerek. Susmanın ve küsmenin zalimlere pirim olduğunun farkına vararak, susmanın ve küsmenin yetimlerin, mazlumların, kimsesizlerin, gözü yaşlı biçarelerin hakkını görmezden gelmek olduğunu anlayarak, yeniden suskunluğunuzu bozmaya karar veriyorsunuz.
Yakaladığınıza, kendisi ve sizin için, sizin farkında olduğunuz ama kendisinin farkına varamadıklarını anlatıyorsunuz. Çok önemli olan ve olacak bütün hakikatleri diliniz döndüğünce ifade ederken, ciddiyetten uzak bir dinleme haliyle karşılaşıyor, insanların hakikatlerin dışında olanlara teslim olduğunu, tamamen dünyaya dönük bir ruh halini görüyorsunuz.
Olsun, bu olmadı ama diğeri olabilir diyerek, heyecanın ve umutlarınla hedef değiştiriyorsun. Yakınlarından başlamak üzere var gücünle atılıyorsun… Ve görüyorsun ki, dünyalarımız ne kadar farklı, başka dünyaların insanıyız gibi, birbirimize yabancı, birbirine uzak, birbirimizle konuşacak ortak noktanın bulunamadığını görüyorsun. Birde akıl verip geri yolluyorlar seni. Dünyalık olarak sevginin muhabbetin bini bir para, lakin aşkın değerlere dair, ebede dair bir birlikteliğin olmaması yüreğinizi burkuyor.
Her oturuşunuz dünyalık üzere muhabbetle geçiyor, meseleye girdiğinizde, rahatsızlık başlıyor, “tamam da” diyerek başlayan cümleler, “Hayatın gerçeğini de görmek lazım” la bitiyor. Hayatın gerçeğinin dünyevileşen insanda nasıl tezahür ettiğini görüyorsunuz.
Bu kez kendinize dönüyorsunuz, nerede hata yapıyorum diye. Sorgulamalar başlıyor. Üslup mu, metot mu, dil mi, geleneksel değerler mi, insanların vurdumduymazlığı mı? Nedir sizi etkisiz kılan, nedir hakikati bütün açıklığıyla ifade etmenize rağmen insanları duyarsız kılan?
Kendimle kavgalıyım bu aralar, içim içimi yiyor, günler buz gibi eriyor, günler su gibi geçiyor. Sevdiklerim, yakınlarım, komşularım, çevrem gözümün önünde dünyada ebedi kalacakmış gibi yaşıyor. Davet görevimi olması gerektiği gibi yapamıyorum. Cesaretim yetmiyor. Her kapıdan geri dönüşüm azmimi kırıyor. Oysa Allah, kuluna taşıyamayacağını yüklemiyor. Yapacaksın dedikleri, yapabileceklerimizdir, yapamayacak olsaydık Allah buyurmazdı.
YAKUP DÖĞER