Yazar Selahaddin E. ÇAKIRGİL’in kaleme aldığı “Kerbelâ’ya ‘nasıl’dan çok, ‘niçin’ gelindiğini anlamaya çalışmak…” yazısını siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz..
Önce, bir şeytanî oyuna ve fitne tuzağına uyanık olmak çağrısı…
Kendilerini ‘Alevî’ diye niteleyenlerin (yani, Müslüman tarihinde ortaya çıkan ihtilâflarda Hz. Ali’nin safında olduklarını söyleyenlerin) toplanma merkezleri olan ve ‘cemevi’ diye nitelenen mekânlardan üçüne Ankara’da, geçen hafta, her birisine 45 dakika içinde ulaşılması mümkün olmayan şekilde saldırı düzenlemesi şeytanî oyun, gerçekte bir alarmdır.
Yakalanan saldırganın, cezası ağır olan ‘örgütlü suç’ ithamından kurtulmak için, ‘kimseden emir almadım, tek başıma yaptım…’ gibi iddialarla kendisini savunması, bilinen kurnazlıklardandır.
Bu, Müslüman halkın birbirine kırdırılmasını sağlamak için tezgâhlanmış açık bir fitne tuzağıdır ve bağlantıları sadece içeride aranmamalıdır. Müslümanlar arasındaki bazı farklılıkları tahrik ve tarihî yaraları kaşıyıp kanatarak kendi hedeflerine ulaştırmak isteyen dahilî ve haricî şeytanî unsurlara, fitnecilere karşı, Allah karşısındaki sorumluluğunu düşünen her Müslüman daha bir hassas ve müteyakkız olmak zorundadır. (Hazırladığı Arapça videoları ve Türkçe alt yazıları sosyal medyada yer alan Mısırlı Sâbir Meşhur isimli arkadaşa da, karşı tarafı tahrik eden ağır ifadelerinin İslâm Milleti’nin faydasına olup olmadığını düşünmesi tavsiyesiyle..)
*
Gelelim, asıl konumuza..
Hz. Peygamber (S) zamanında ‘Şii- Sünni’ diye bir ayırımın olmasını düşünmek esasen mantıkî bir tutarsızlık olurdu.
Ama, ondan sonra, bu ayırım nereden başladı? İlk dört Halife zamanında bu konuda bir ihtilaf yok.. Onların her birisi, meşveretin gereğini yerine getirmektedirler..
Ve amma, bu İlk Dört Halife’den (yani, Hulefâ’y-ı Râşidîn’den) sadece Hz. Ebubekr’in rahat yatağında vefât ettiğini; diğer üç Halife’nin (yani, sırasıyla Hz. Ömer’in 10’uncu yılında; onun yerine, Şûrâ hey’etince Hılâfet’e getirilen Hz. Osman’ın 12’nci ve Hz. Ali’nin de 4’üncü yılında) öldürüldüklerini düşündüğümüzde, taa o ilk dönemden itibaren ciddî bir problemle karşı karşıya olduğumuz anlaşılır.
Ama, özellikle Hz. Ali döneminde -her birisinde, nice sahabelerin de aralarında bulunduğu on binlerce Müslümanın- Cemel Vak’ası’nda, Sıffîyn ve Nehrevan cenklerinde birbirlerini kılıçtan geçirmeleri faciası da temel meselelerimizden..
*
Ama, Hz. Ömer zamanında, o zamanki Müslüman coğrafyalarının en zengin köşesi olarak bilinen ‘bilâd-ı Şam’a, (Şam beldelerine, bugünkü Suriye, Ürdün, Filistin ve Lübnan diyarlarına) Vali olarak vazifelendirilen Muaviye b. Ebû Sufyan’ın, -kendisi gibi Beni Umeyye’den olan- Hz. Osman zamanında da o vazifede tutulması ve bazı idarî bozulmaların da sevkıyle ortaya çıkan isyancıların Medine’ye hâkim olmaları ve günlerce süren büyük karışıklıklar sonunda da, Hz. Osman ve hanımı Naile’nin öldürülmeleri.. Ve onların kanlı gömleklerinin Şam’a götürülüp Umeyye Mescidi’nin minberinde teşhir edilmesi ve intikamlarının alınacağına yeminler edilmesi..
*
Ama, ‘Halife öldürmek’ işi, artık bir geleneğe dönüşme istidadındadır ve kimse riyasete, Hılâfet’e tâlib değildir. İsyancıların elinde olan Medine’de halk, ‘başlarına geçmesi için’, Hz. Ali’ye yalvarırlar.
Hz. Ali ise, ‘Bu, sizden önce, Bedir Gazvesi’nde bulunanların işidir.’ der. Ancak, Bedir Gazvesi’nde bulunanların bir kısmı hayattan çekilmiş; bir kısmı da bu fitneden uzak durmak için Medine’den ayrılmışlardır. Bedir’den ortada olan sadece Talha ve Zubeyr gelip biat ederler ve onları diğerleri takib eder ve Hz. Ali, İslâm toplumunun riyasetini, Hılâfet’i üstlenir.
Ancak, Talha ve Zubeyr, kısa sürede Hz. Ali’ye karşı bir muhalefet odağına dönüşürler ve Hz. Aişe’nin bir deve (cemel) üstünde -ki, bu yüzden Cemel Vak’ası’ denilen büyük gailede- kumandanlığını yaptığı bir ordu ile, Hz. Ali’ye karşı muharebeye tutuşurlar; Talha ve Zubeyr öldürülür, esir düşen Hz. Aişe ise, -Kur’an hükmünce ‘Umm-ul’ Mu’minîn /müminlerin annesi- sıfatını da taşıdığı için, ihtiramla Medine’ye gönderilir.
*
Şam diyarında ise, başka bir büyük gaile şekillenmektedir. Hz. Ali, Muaviye’yi azlettiğini bildirir; Muaviye’nin buna cevabı ise, Hz. Osman ve hanımının kaatillerinin cezalandırılmasını istemek adına, Hz. Ali’ye karşı bir ordu hazırlamak şeklinde olur ve; Sıffîn denilen yerde, iki ordu karşılaşır. Muaviye ordusunun yenilmek üzere olduğu bir sırada, ‘Hakem’e başvurma’ yöntemiyle uzlaşma yoluna başvurulması devreye girer.
Ancak o yöntemin de tarafların hakemleri olan Ebû Mûsâ el’Eş’arî ve Amr İbn-ul’Âs’tan ikincisi, çok yaşlı olan El’Eş’ârî’yi oyuna getirir. İki taraf da temsilcisi olarak geldikleri Hz. Ali ile Muaviye’yi -yetkileri yokken- azletmek yönünde açıklamakta anlaşırlar ve El’Eş’ârî, reyini o şekilde açıkladıktan sonra, İbn-ul’Âs ise, Muaviye’yi Hılâfet’e getirdiğini açıklayıverir!!!
*
Bunun üzerine, Hz. Ali’nin ordusundan bir kısmı, yanlış siyaset izlediği iddiasıyla, onun hâkimiyetinden çıktıkları için, ‘Haricî / khevarîc’ denilen bu kesim, Ali’inn de, Muaviye’nin de kâfir olduğunu söyleyip, ‘Riyasete gerek yoktur; Kur’an-ı okur, amel ederiz..’ diyerek, ‘hükûmetsiz- nihilist bir sistem’ önerirler ve ikisinin de öldürülmesine karar verirler.
Hz. Ali, kendisinin bu eski askerlerinin üzerine yürür ve Nehrevan’da bir kısmı sahabe de olan binlercesi kılıçtan geçirilir. Bu kez de, o öldürülen ‘haricî’lerin intikamını almak planı devreye girer. Çok zâhid oluşu ve gece namazlarına riayet etmesiyle ünlü Abdurrahman ibn Mulcem isimli kişi, Hz. Ali’yi Kûfe şehrinde, ‘mescid’de katleder.
Bu arada Muaviye, de, Şam’da zer ve zor gücüne, altın ve kılıç gücüne dayalı bir saltanat sistemini devreye sokmuştur. Bu şekilde 18 yıl kadar hükmeden Muaviye, oğlu Yezid için, önde gelen Müslümanlardan kendi ölümünden sonra biat edeceklerine dair söz alır.
*
Yezid de, babasından kalan saltanat sisteminin başına geçer geçmez, daha önce kendisine biat etmemiş birkaç seçkin kişiden birisi olan Hz. Huseyn’i biat’e, itaate zorlar.. O da bu dayatmaya teslim olmamak için, Medine’den Mekke’ye ve oradan da bazen 18 bine bile ulaşan taraftarlarıyla, kendisini başlarına geçmesi için binlerce imza ile davet eden Kûfe’ye doğru yola çıkar. Ama, o çetin çöl yolculuğunda dökülenler, geri dönenler olur.. Ünlü Arap şairi Ferezdaq, Kufe’lilerin ne kadar bağlı olacaklarının işaretini veren bir beyit okur Hz. Huseyn’e: ‘Qulûbuhum ma’ek, Suyûfuhum aleyk..’ (Onların kalbleri seninle, kılıçları sana karşı..)
Ve aynen öyle olur..
Nihayet, Hz. Huseyn, 72 ‘yârân’ı ve aile efradı ile, Irak coğrafyasında bulunan Kerbelâ denilen yerde, binlerden oluşan Yezid ordusu tarafından kuşatılır..
Hz. Peygamber (S)’in torunu Huseyn, dedesi Hz. Peygamber’in dünya hayatından ayrılmasından yarım asır sonra, ‘zillete asla boyun eğmeyeceğine dair ahdinden tâviz vermeyerek ve ‘kılıçlar ve kargılar yarın Kur’an’ımızı parçalayacaksa, o kılıçlar ve kargılar bugün benim sinemi parçalasın..’ diyerek, kendisini siper yapar ve Hicret’in 61. yılında Kerbelâ’da katledilir, adım adım gelişen ihtilaflar Kerbelâ ile zirveye ulaşır.
Yani, konu, basit bir ihtilaf değil, Hz. Peygamber (S)’in elinden sunulan İslâm’ın yolunun kesilmesi şeklindeki büyük entrikanın sahnelenişi..
Evet, bugün, Hicrî-qamerî -1444’ncü yılın 10 Muharrem’i.. Âşûrâ Günü..
Bu günü, Şiî Müslümanların Sünnî kardeşlerinden daha fazla bir hassasiyetle ve asırlardır gözyaşı ve döğünmelerle, mâtemle karşılamalarını tartışmanın bir faydası olmaz herhalde.. Ama, onlar da, diğer Müslümanların, Yezid’in ve Yezid sistemlerinin zulmünü kabullendikleri ve onlara ortak oldukları zannından kurtulmalıdırlar.
‘Düştü Huseyn atından Sahrâ’y-ı Kerbelâ’ya,
Cibrîl git haber ver, Resûl-i Kibriyâ’ya..’
star.com.tr/ Selahaddin E. ÇAKIRGİL