islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4780
EURO
36,4367
ALTIN
2.954,01
BIST
9.294,64
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
9°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
11°C

KİM BU “ARABΔLER 1?

KİM BU “ARABΔLER 1?
29 Haziran 2023 09:00
A+
A-

Meymenetsiz K.K.’nın[1] dipsiz kuyu cehâleti, ibret-i âlem edebsizliği, alabildiğine yüzsüzlüğü-görgüsüzlüğü ile gündemimize taşıdığı ve mağlubiyetinin faturasını kestiği “köylü kesimi” ama kazandığı reyleri kendince överek bağladığı “şehirli kesimi” tarifi gündemimizi işgal ediyor.

Ehl-i Kur’ân bir Mü’min Musliman olarak, ELHAMDULİLLAH, her zaman yaptığım gibi mubârek Kur’ân’a gittim ve orada bu konuyla ilgili bir Hakk ve Hakîkat bilgisi var mıdır diye baktım.

Bakın karşıma ne çıktı!

Mubârek Kur’ân’da bağlamlarıyla birlikte tam 11 yerde geçen “’arâbîler” diye bir kelime/kavram var.

Bu kelime/kavram genellikle “bedevîler” bazen de “çöl Arapları” diye meâllendirilmiş.

Mubârek el-Hucurât sûresinin 14. âyet-i kerîmesinde Rabbimiz şöyle buyuruyor:

Bismillahirrahmânirrahîm… Arablar/Bedevîler, yâni çöl şartlarında yaşayan insanlar: “Îmân ettik!” derler. Onlara de ki: “Siz aslında îmân etmediniz! Velâkin teslîm olduk deyin!Çünki, îmân henüz, evrilip çevrilip-dönüşüp Hakk ve Hakîkat’e de, bâtıla, yâni özü Hakk ve Hakîkat’e dayanmadığı için geçersiz ve uydurma olan şeylere de dönebilecek kabiliyette tasarlanıp yaratılmış “akıl ve mâneviyyât merkezi”niz olan kalblerinizin içine girmedi! Ama andolsun ki, eğer buna rağmen ALLAH’a ve O’nun Elçisine itaat ederseniz, ALLAH kasıtlı olarak, bilerek-isteyerek doğru ve düzgün olarak yapıp-ettiklerinizden asla herhangi bir şey eksiltmez! Şu kesin bir gerçek ki, ALLAH gafûrdur, rahîmdir!”

Önce şaşırdım, sonra da merak ettim.

 

  • Yalnızca görünüşte teslîm olup”, bir başka deyişle “Müslîm/Musliman” olduklarını beyân ettikleri halde, aslında “îmânın henüz kalblerine girmemiş” olması, bir başka deyişle, “tam mânâsıyla sağlam bir îmân sahibi olmama” hâli yalnızcaarâbîlere, yani, birçok meâlde yer aldığı şekliyle, “çöl şartlarında yaşayan insanlar/topluluklar”a özgü bir özellik midir?
  • Çöl şartlarında” yaşamayıp da bu tavrı sergileyenler yok mudur ya da olamaz mı?
  • Çöl şartlarında yaşayan insanlar/topluluklar” içinbedevî (el-bedvu=çöl) kelimesini kullanmak daha uygun düşeceği halde, ALLAH’ımız, celle şânuhu, neden ille de arâbîler kelimesini kullanmayı tercîh etmiştir?

Arabcanın en büyük ve en yetkin lugâtlarından biri olan Lane’de bildirildiği üzere el-arabu ya da el-urbu kavramları, mefhûm-u muhâlifi, yani zıt/karşıt anlamlısı olan el-acemu ya da el-acmudan farklı olarak “büyük şehirlerin sâkinleri” ve dolayısıyla “aydın kesiminden olup kültürün geliştiği bölgeleri, Arab şehirlerini ve kasabalarını ya da köylerini/her türlü gelişmiş yerleşim merkezlerini kendilerine mesken edinmiş olan kimseler” mânâsına gelmektedir.[2] Üstâd Edward William Lane parantez arasında – biraz da hayret içinde – şunu ilâve etmektedir:  “Ancak şimdi el-arabu kelimesi/kavramı, tam aksine, umumiyetle hayatlarını çölde sürdürenler için kullanılmaktadır”!

Bu bağlamda İngilizce başta olmak üzere birçok Batı lisânında hâla kullanılan bir kelime/kavram var urban diye. Türkçesi “şehirsel/kentsel”, “şehirde/kentte bulunan ve/veya yaşayan/oturan”, “şehirli/kentli”, “şehre/kente ait”, “şehir/kent ile ilgili” olarak veriliyor lûgatlarda. “Şehir/kent yönetimi”ne İngilizcede urban administration deniyor; “şehir/kent sorunları”na urban affairs; “kentsel tarım”a urban agriculture; “şehir/kent atıkları”na urban waste ve ilâ âhir… Şehir çevresindeki yerleşim alanlarına da suburb deniyor – hani bizde Fransızca “banlieueden apartılmış o çirkin “banliyö” kelimesini kullanıyorlar ya! “Taşra” dururken “banliyö” niye? “Taşra”, “dışarıda olan” demek; “taşra” kelimesinin zihinlerde uyandırdığı – hâşâ – küçümseyici alt çağrışımdan rahatsız oluyorlar besbelli! Şehir dışını mesken tutmayı seçip orada inşa ettikleri genellikle görkemli villalarda yaşamayı tercih eden şehir kökenliler için “banliyö” demek daha şık – “taşra” olarak anılmasından hoşlanmıyorlar suburban villalarının!

Urban kelimesi/kavramı Latince urbs ve kökdaşı olan urbanustan geliyor.

Urbanus ise Latincede“kibar, zarif, iyi eğitim ve terbiye görmüş” anlamına geliyor!

İşin ilginç tarafı elimin altında olup baktığım bütün etimoloji lûgatlarında bu kelimenin kökeni hakkında bilgi verilmiyor, “Latinceye ne zaman, nerden girdi belli değil!” deniyor yalnızca.

Ancak dilbilimi açısından pek bir önem taşımasa da el-urbu ile urbs arasındaki ses benzeşmesi dikkate değer!

el-Arabu/el-Urbu kelimesi “t yönde bir anlam kayması”na uğramış besbelliki, bunun sebebini ille de irdelemek gerekir!

Aslında çok uzaklara gitmeye gerek yok… Büyük İslâm peygamberi Son Nebî Hz. Muhammed’in (ASVS) yaşadığı dönemde bile, çocukların “iyi ve kaliteli Arabca” konuşmayı öğrenebilmeleri için bu konudaki yetkinlikleriyle bilinen bedevî aşîretlerin yanına gönderilmeleri geleneği, hattâ kuralı vardır. Nitekim, bildiğimiz kadarıyla bizzât büyük İslâm peygamberi Son Nebî Hz. Muhammed (ASVS) çocukluğunda Mekke’nin güneyinde yaşayan Hevâzîn aşîretine gönderilmişti.

Şehirler, her dönemde, büyükük ve önemlerine göre, “kavimlerarası” ticâretin yapıldığı merkezler olagelmiştir. Tabiîdir ki “kavimlerarası” ilişkiler yalnızca ticâret hayatını değil, kültürel hayatı da çok büyük ölçüde etkilemiştir. Bu etkileşim kaçınılmaz bir şekilde o şehirlerde konuşulmakta olan “aslî” lisâna da yansımıştır – tıpkı bugün olduğu ve besbelli bundan böyle de hep olacağı gibi. Karşılıklı olarak “ödünç alınan” yeni kelimeler/kavramlar/terimler hattâ deyimler, deyişler ve ifâde biçimleri zamanla o lisanlara yerleşmiş, onları zenginleştirip geliştirmiş ama çoğuzaman da kalitelerinin bozulup yozlaşmasına yol açmıştır. Nitekim şehirde konuşulan lisanın bu şekilde bozulup yozlaşması günümüzde de çok ciddî bir sorun olarak gündemde.

Bu durum, kelime hazînesinin ve ifâde biçimlerinin muazzam zenginliği ile dünyanın en seçkin ve de önde gelen lisanlarından biri olan Arabcayı da olumsuz yönde etkilemiştir.

Ama çöl ortamında, yâni, bir tür “izolasyon”da yaşayan “çöl sâkinleri/bedevîler”, öncelikle ve özellikle konuştukları lisân açısından, sürekli ve giderek kalıcı hâle gelen “kavimlerarası etkileşim ilişkileri”nden korunmuş, bu olumsuz etkinin zararını hiç görmemiştir! Onların kullandıkları lisân, konuştukları Arabca, “arabî” kalabilmeyi, bir başka deyişle, “özgün ve sâf karakteri” ile “yüksek kalitesi” bozulmadan varlığını sürdürmeyi başarabilmiştir!

Nitekim merhûm üstâd Muhammed Esed kendisiyle yapılan bir söyleşide bu husûsa şöyle değiniyor:

Benim en büyük şansım Arabcayı mektepte, akademisyenlerden değil, doğrudan doğruya bedevîlerden, onların aralarında onlardan biri olarak yaşarken öğrenmiş olmamdır. Onlar tertemiz, pırıl pırıl bir Asr-ı Saadet Arabcası konuşuyorlardı. Bugün artık böyle bir şans hiç kimse için yoktur, zira benim Arabcayı öğrenmeye başladığım 1920li yılların başlarında radyo henüz bedevîlerin hayatına girmemişti! Radyonun girmesiyle birlikte onların konuştukları o sâf ve temiz, pırıl pırıl Asr-ı Saadet Arabcası, Arabcanın bu kadar kaliteli bir şekilde konuşulmadığı yerlerden yapılmakta olan yayınların tesiriyle ne yazık ki bozulmaya, özgün karakterini kaybetmeye başladı!” 

Ancak burada çok dikkat edilmesi gereken bir husus var: o da, Arabcada meydana gelen bozulmayı, her biri sâf ve özgün bir lehçeden kaynaklanan “telaffuz farklılıkları” ile birbirine karıştırmamak!

Besbelli ki, kavmî aidiyetlerini lisanlarını iyi ve doğru kullanmaktaki mahâret üzerinden tanımlayan Arabların bir zamanlar “büyükşehir sâkinleri” için kullandıkları el-arabu kavramını “çöl sâkinleri/bedevîler” için kullanmaya başlamaları ve el-arabu kavramının giderek münhasıran “çöl sâkinleri/bedevîler”i  fâde eder hâle gelmesi, bu durumdan kaynaklanıyor!

Bedevîler bağlamında merhûm üstâd Muhammed Esed mubârek el-Hucurât sûresinin 14. âyet-i kerîmesine verdiği dipnottaki tesbiti de çok önemli:

Bu, bedevîlerin şiddetli kavmiyyetçiliklerine ve aşîretçiliklerine, bir başka deyişle geçmişleri ile gurur duymaları’na (Râzî) bir işâret olduğundan, yukarıdaki âyet, bir önceki âyette geçen, bütün kavmîyyetçi/aşîretçi tercihlerin ve önyargıların kınanmasıyla ve gerçek îmânın ön şartı olarak bunları terk etmeye çağrılmaları ile ilişkilidir. Bu, öncelikle Rasûlullâh’ın (ASVS) çağdaşı bedevîler ile ilgili olmasına rağmen gerçekte genel ve çağlar üstü bir muhtevâya sahiptir.”

Bugün de ülkemizde “memleketçilik” yapanlar, hattâ bunu iyice abartanlar daha çok “taşralılar” değil mi?

Üstelik, gördüğüm kadarıyla, bu durum, hangi ülkede yaşıyor olurlarsa olsunlar, bütün “taşralılar” için geçerli!

Ama şimdi en başta sorduğumuz suâllere, bu bilgilerin ışığında dönme zamanı:

  • Yalnızca görünüşte teslîm olup”, bir başka deyişle “Müslîm/Musliman” olduklarını beyân edip aslında “îmânın henüz kalblerine girmemiş”, bir başka deyişle, “tam mânâsıyla sağlam bir îmân sahibi olmama” hâli yalnızca “Bedeviler”, “Göçebe Araplar”, “Çöldeki (bedevî) Araplar”, “bazı göçebe kabîleler”e özgü bir özellik midir?
  • Bedevîler”den, “Göçebe Araplar”dan, “Çöldeki (bedevî) Araplar”dan, “bazı göçebe kabîleler”den olmayıp da bu tavrı sergileyenler yok mudur ya da olamaz mı?
  • Bedevîler”, “Göçebe Araplar”, “Çöldeki (bedevî) Araplar” için bedevîkelimesini kullanmak daha uygun düşeceği halde, ALLAH’ımız, celle şânuhu, neden ille de ‘arâblar kelimesini kullanmayı tercîh etmiş?  Üstelik de mubârek Kur’ân’da “açık, berrâk, yalın, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ve kesin olarak, hatasız ve eksiksiz, en doğru kelimeleri, kavramları, terimleri seçip, onları yerli yerinde kullanan, herkesin, her seviyeden insanın rahatlıkla anlayabileceği” şekilde konuştuğunu ısrarla bildirdiği halde?

Çerçeveyi biraz daha genişletmekte fayda var ama bunu bir sonraki yazımda yapacağım İNŞAALLAH.

[1] Genç ve yakışıklı olduğum ve arsızlığın edebsizliğin bugünkü kadar henüz zirve yapmadığı   günlerde, en pespâye gazetelerde bile uygunsuz tavır ve eylemler sergileyen birtakım kimselerin resimleri gözlerinin üzerine siyah bir bant çekilerek gösterilir ve isimlerinin yalnızca baş harfleri yazılırdı.

[2] Edward William Lane: ARABIC-ENGLISH LEXICON London/Edinburgh, 1863-1893

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.