Prof. Dr. Ali Seyyar
“Kırmızı Oda” TV dizisindeki Boncuk karakterini hatırlarsınızdır. Boncuk’un hikâyesi, yurt dışında göçmen işçi olarak çalışan Türk gençlerin, Türkiye’den evlenerek, yaşadıkları yabancı ülkeye getirdikleri “ithal gelin” sorununa ne kadar da benzemektedir. Bu evlilikler, sosyolojik olarak Almanya’ya daha önce yerleşmiş Türk toplumunda “ithal damat” ve “ithal gelin” sorununu ortaya çıkarmıştır.
Avrupa’da yaşayan ilk nesil göçmen işçilerin çocuklarına 1980’li yıllarda “aile birleşimi” yoluyla Türkiye’de evlenip de eşini Almanya’ya getirme imkânı doğdu. Böylece evlilik yoluyla Avrupa’ya gelen ikinci tip bir göçmen nesli ortaya çıkmıştır. Avrupa’da özgür bir ortamda yetişmiş Türk erkekler ile Türkiye’de geleneksel aile yapısı içinde büyümüş kızlar arasında meydana gelen bu evliliklerin önemli bir kesimi maalesef ya sancılı bir şekilde sürdürülmekte, ya da hüsranla bitmektedir.
Avrupa’ya psiko-sosyal yönden hazırlıksız olarak getirilen “ithal gelinler”, yabancı bir ülkede çok geçmeden büyük bir hayal kırıklığına uğramaktadır. Belirli bir zaman sonra kendilerini karanlığa atılmış bir ok gibi hisseden birçok genç bayan, şok bile yaşayabilmektedir. Memleketlerinden, akrabalarından uzaklaştırıldıkları gibi yabancılık çektikleri ülkede sosyal çevreden de çoğu zaman mahrum edilmektedirler.
Aldıkları yıllık izin esnasında ailelerin teşvikiyle tanıştırılan gençler, apar topar evlendirilmektedir. “İthal gelinler”, getirildikleri yabancı ülkede eşleri çalışırken, yalnız kalmasınlar diye aileleriyle birlikte yaşamak durumundadır. Alamanyalı kayınvalidelerin ve kayınpederlerin eğitim seviyeleri düşük olması bir yana farklı bir kültür içinde yaşadıkları için, “ithal gelinler”iyle çoğu zaman uyum sağlayamamaktadır. Başka bir ifadeyle “ithal gelinler” hiç beklemedikleri yeni bir ortama adapte olmakta zorlanmaktadır.
Kocasından da yeterince sevgi ve anlayış göremeyen “ithal gelinler”in bir kısmı, bundan dolayı depresyona da girebilmektedir. Bilhassa Türkiye’de eğitim almış fakat maddî düzeyi düşük olan kızların, Almanya vaadiyle evlendirilip bütün gün eve mahkûm edilmeleri, onları psikolojik olarak etkilemektedir.
Nazlı İsminde “İthal Gelin” Sevgisizliğin Kurbanı Oldu
Bir yuvanın sağlıklı bir şekilde devamlılığı, samimî sevginin sürdürebilirliğine bağlıdır. Sevginin erkek tarafından alenî olarak verilmediğinde yabancı bir diyarda zaten kendini yalnız hisseden “ithal gelin”lerin hüzünleri daha da derinleşebilmektedir. Buna bir örnek verebilirim. 80’li yılların sonundayız. Almanya’daki tercüme büroma bir de kütüphane eklemiştim. Bir gün genç bir çift geldi büroma. Hayret. İlk kez genç bir bayan ciddî anlamda kitaplarıma ilgi gösterdi.
İsmi Nazlı ve üniversitede edebiyat okumuş olan bu şık giyimli Bayan, Türkiye’den Almanya’ya henüz yeni gelmiş. Memleket hasretini Türkçe roman kitapları okuyarak, gidermek istediğini çok kibar ve düzgün bir Türkçe ile bana ifade ederken, arada sırada kocasına tatlı bir tebessüm ile bakıyordu. Kocası, nedense aynı şekilde karşılık vermediği gibi biraz tedirgin ve tereddüt içeren bakışlarıyla kitaplar üzerine yaptığımız kısa sohbetten rahatsızlık duyar gibi tuhaf bir tavır sergiliyordu. Belki de sevdiği eşini kıskanıyordu. Böyle büroma birkaç kez geldiklerini hatırlıyorum.
Aradan birkaç hafta geçti ve bu sefer ithal gelinimizin eşi kendi başına büroma geldi. Biraz mütereddit ve çekingen bir üslupla tercümana ihtiyaç duyduğunu söyledi. Sıkıla sıkıla eşinin aklî dengesinin bozulduğunu, birkaç kez psikiyatri uzmanına gittiklerini, ilaç tedavisinin yetersiz olduğunu, eşinin mutlaka bir akıl hastanesine bir tercümen eşliği ile yatırılması gerektiğini söylemişler. Çaresiz koca, bana güvendiğini, durumun gizli kalmak şartıyla kendilerine yardım etmemi istedi. Ertesi gün bir araba ile uzakta olan bir akıl hastanesine giderken, arka koltukta oturan bayan, kolundan sımsıkı tuttuğu kocasına ağıtlar yaktı, en acıklı şarkılarla ona içini döktü, melankoli ile melodi karışımlı o yanık sözler, bir kurşun gibi benim ruhumu da delik deşik etti. Şu dokunaklı sözleri hafızama kazınmışçasına halen güncelliğini korumaktadır:
“Ah Ayhan, sen beni ne kadar sevdiğini söylemiştin, hatırlıyor musun? Ah Ayhan, sen bu garip ülkede hep annenin ve babanın sözünü dinledin, beni ihmal ettin, beni sevdiğin halde sevgiye muhtaç olan bana bir hal hatır bile sormadın, annenin babanın yanında bunları söylemek ayıp dedin, sevgiyi yansıtmak hiç ayıp olur mu Ayhan? Halbuki ben sana inandım, güvendim, sana sevdalanarak, annemi babamı arkadaşlarımı bırakarak, senin gönlüne hicret ettim. Ama orada da seni bulamadım…Ah Ayhan ah…neden bunu sen bana yaptın…halbuki sen ne kadar iyi bir insansın. Neden beni inşaca sevmedin. Neden bana değer vermedin? Ah Ayhan ah…”
Ayhan, utana utana her ne kadar “sus karıcığım, n’olur?!” dediyse de kalbi kırılmış, derin hüznün bir yansıması olan hayal âleminde başka bir dünyanın insanı olmuş “ithal gelin”imiz. Nazlı Hanım, içinden geldiği gibi özgürce sessiz çığlıklar atıyordu, arzu ettiği, görmek istediği mutluluk tablolarını çiziyordu zihninde. Kendi âleminde artık o mutluydu, ağlamıyordu, tam tersine gülümsüyordu. Ayhan’a sevgi dolu bakışlarıyla aslında ona hem ceza vermek, hem de yol göstermek istiyordu. Eşini gerçekten seven bir erkek, bu durumda vicdan azabı çekmeliydi ve hatasını anlamalıydı. Kısacası Ayhan, sevgiyi yansıtmak ve yaşatmak konusunda korkak değil cesur olmalıydı.
İnsan, sevdiğine sevgi sözleri dahî söyleyemiyorsa sevgisini tazeleyemez. Yenilenmeyen sevgiler ise ilk başta sevgi bekleyenin kalbini ve ruhunu yaralar. Bunu fark eden akıl, en son çare olarak protesto mahiyetinde atipik bir tepki gösterir. Bu atipik tepkinin adına da bizler “akıl hastalığı” koymuşuz. Halbuki akıl hastaları bize sadece başka bir sosyal hastalığımıza işaret etmek istemektedir: Sevgisizlik hastalığı. Toplumda ne kadar çok sevgisizlik hastalığına yakalanmış insanlar olursa, o kadar da çok “akıl hastaları” olacaktır. Bu temel soruna karşı çareyi, sevgi dolu aile ve toplumda aramamız gerekmektedir.
*Hikâyeler gerçek olmakla birlikte isimler değiştirilmiştir.