Konjonktürü dengeli bir şekilde hesaba katmak, yani şartların getirdiklerine göre tavır belirlemek, İslam’ın ruhunda vardır. “Allah kimseye gücünün yetmediği bir şeyi yüklemez.” (2/Bakara:233, 286; 65/Talak:7). Bu konuyla ilgili gerek Kur’an-ı Kerim, gerekse “Yaşayan Kur’an Hz. Muhammed (s.a.v)” bizlere uygulamalarıyla örnek olmuştur. Nerede susulması, nerede ve ne zaman konuşulması, nerede sakinleşilmesi ve nerede kükrenmesi gerektiğini, Ulu Önderimiz (s.a.v) yirmi üç yıllık tebliğ hayatında, tatbikatıyla göstermiştir. Bu yirmi üç yıllık tebliğ döneminde hep “Hakk’ın hatırı” ön planda olmuştur. “Hakk’ın hatırı” uğruna birçok dünyevi nasipler geri çevrilmiştir. “Hak davasından vazgeçmesi” şartıyla ay ve güneş iki eline konulsa, Arapların hâkimiyeti kendisine sunulsa bile bunların Rasûlullah (s.a.v) için, hiç bir kıymeti harbiyesi yoktu. Aslolan “Hakk’ın hatırı” idi.
Şimdi Rasûlullah’ın hayatından, “Hakk’ın hatırı” için neleri gözden çıkardığını ortaya koyan yüzlerce tablodan birini zikretmek istiyorum. Ebu Talib’in vefatından sonra Kureyş’in, Rasûlullah (s.a.v)’e eziyet etmek için birleştiklerini gören Ebu Leheb’in, aşiretçilik duyguları harekete geçmiş ve Peygamberimize gidip “Ey kardeşimin oğlu! Ebu Talib sağken, ne yapıyor idiysen, şimdi de aynısını yapmakta serbestsin.” diyerek himayesine aldı. Ebu Leheb’in bu tutumu Kureyş’in üzerinde bomba etkisi yaptı, paniklediler. Bu himayeyi yıkmak için çok zekice bir plan yaptılar ve başarılı da oldular. Ebu Leheb’ten, Rasûlullah’ın “Abdü’l Muttalib’in durumunun ne olduğu”nu sormasını istediler. O da sordu, soru açık ve belirgindi. Bu durumda Rasûlullah’ın önünde iki seçenek vardı: Ya İslam dininden bir kelimede taviz vermek veya pazarlığa girmek… Karşılığında ya himaye devam edecek yahut da Abdülmuttalib hakkında Allah’ın hükmünü söyleyecek ve himaye yıkılacaktı. Himaye hiçbir zaman akideden taviz verilmek suretiyle elde edilmemişti. Onun için amcası Ebu Leheb’e “O, ateştedir” diye cevap verdi. Ebu Leheb de: “Ebediyete kadar sana düşman olarak kalacağım” diyerek geri dönüp Kureyşlilerin saflarına katıldı. (Münir Muhammed Gadban, Nebevi Hareket Metodu 1/130; M.Asım Köksal, Hz.Muhammed ve İslamiyet, Mekke Dönemi, 12/334; Buhari, Sahih, 2/98, 4/230, 231, 247)
Eğer Rasûlullah (s.a.v), Abdülmuttalib hakkındaki hükmü açıklamasaydı, Abdülmuttalib’in Hak üzere olduğu anlamına gelecekti. Kureyş’in hepsi, Abdülmuttalib’in dini üzere idiler. Öyleyse bu iki gurubu ayırmanın hiç bir anlamı yoktu. Yolun ortasında Rasûlullah’ın getirdiği İslam ile Abdülmuttalib’in küfür dininin birleşebilmesi mümkündü. (Münir Muhammed Gadban, Nebevi Hareket Metodu 1/130).
İşte Rasûlullah (s.a.v), böyle bir anlayışa mahal vermemek için “O, ateştedir/cehennemdedir.” hükmünü açıklamıştır. “Hüzün yılı” diye anılan, sevgili eşi Hz.Hatice’yi ve en büyük hâmisi Ebu Talib’i kaybettiği ve en çok muhtaç olduğu bir dönemde, himayeyi kaybetme pahasına “Hakk’ın hatırı”nı öncelemiştir.
İtikat ve amelle ilgili, kitlenin bilmesi için duyurulması gereken o kadar çok ilkemiz vardır ki, bir takım dünyevî çıkarlarımızı ve endişelerimizi bir kenara koyup “Hakk’ın hatırı”nı öne çıkarmamız gerekmektedir. Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde Müminlerin vasıfları ve vazifeleri sayılırken “Emr-i bil ma’ruf ve nehyi ani’l münker/ iyiliği emir ve kötülükten alıkoyma” üzerinde özellikle durulur. (Bak, Al-i İmran, 104, 110, 114; Maide, 79; A’raf, 157; Tevbe, 71, 112)
İslam’ın egemen olmadığı toplumlarda “İyilikleri dile getirme, kötülüklere kalkan olma” ameliyesi, farz-ı ayn hükmündedir. Her Müslüman bildiği kadarıyla hakkı ortaya koymak, bilmediklerini de bilene havale etmek durumundadır. Özellikle İslamî ilimler noktasında referans olabilecek olan âlimlerimiz bu konuda, her ahval ve şerâitte dahi hakkı ifade etmek mecburiyetindedir. Müslüman halkın “Konjonktürün” getirdiği baskı ve yıldırma karşısında susmayı tercih etmesi, ruhsat olarak kabul görebilir. Fakat “peygamber varisleri” olan âlimlerimizin de “Konjonktür” hazretlerine sığınması mümkün değildir. Onlar ruhsatı değil azimeti öncelemek durumundadır. İyiliklerin ifadesi, kötülüklerin önünün alınması için Hakk’ı ortaya koyma farizası “Terk-i Cüzi” olarak caizdir. Fakat “Terk-i külli” olarak caiz değildir. Yani bir İslam toplumunda baskı ve zulümden dolayı avam ve havas yani halk ve ulema külliyen/topluca ümmet olarak emr-i bil ma’ruf ve nehyi ani’l münker farizasını terk edemezler. (Prof. Dr. Abdülkerim Zeydan, El-Veciz fi Usuli’l Fıkıh, s.53.)
Ferden ferda terk edilebilir. Fakat bu işi bilen birileri yani âlimler, ipi göğüslemelidir. Sonunda zindan, sürgün ve ölüm olsa bile… “Zalime karşı hakkı haykırmak” İslam’ın izzeti için gereklidir.
Mesela “…Siz kitabın bir kısmına inanıyor, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde de onlar, en şiddetli azaba iletilecekler” (2/Bakara:85) ayetine rağmen, birisi çıkıp da “230 ayet muamelatla ilgili. Bunların uygulanma imkânı yoktur. Kim bunlara geri dönülsün diyorsa bu bir irticadır.” diyerek saçma ve küfür sözler ifade edenlere, bel’amlaşmamış, sağduyu sahibi ve İslamî ilimlere vâkıf, referans olabilecek günümüzün alimleri de; makam, mevki, ikbal ve titr kaygısına kapılmadan hakkı haykırmak durumundadır. Kur’an’ın bir bütün olarak kıyamete kadar Müslümanların problemlerini çözecek, çağlar üstü bir hayat kitabı olduğu ve parçalanamayacağını kafaları çatlatırcasına ifade etmelidirler. Bu, “Hakk’ın hatırı” için gereklidir. Günümüzde yapılması gereken en büyük cihat, bu gerçekleri ortaya koymaktır.
Konuyu genelleme yaparak ele aldığımız zaman, gerek itikadî, gerek amelî, gerek ahlakî, gerekse sosyal bir konuda bir uygulama ortaya koyduğumuzda “el-âlem ne der”den ziyade “Allah ne der?” düşüncesi hâkim olmalıdır. “Hakk’ın rızası” her zaman “Halkın rızasından”, “Hakk’ın hatırı da halkın hatırından” önce gelmelidir. Aksi takdirde toplumda fesat ve haset alır başını gider.
Musab SEYİTHAN