Prof. Dr. Celal Kırca
“Hak” kavramı, “gerçek, sabit ve doğru olmak, gerekmek, bir şeye yakînen muttali olmak, sabit, doğru, varlığı kesin olan şey” anlamlarına gelir.[i] Varlığı kesin ve mutlak gerçek olduğu için Allah’ın bir adı da “Hak” tır ve “Cenab-ı Hak” diye ifade edilmektedir. Türkçedeyse bu anlamlara ilaveten “dâvâ ve iddiada hakikate uygunluk, geçmiş ve harcanmış emek, pay, hisse, layık, münasip”[ii] anlamlarında kullanılmaktadır. Hukuk ve hakikat kavramları da bu kökten türetilmiş kelimelerdir. Ayrıca hak kavramından “insan hakları” ve “kul hakkı” olarak üzere iki önemli kavramın daha üretildiği ve terimleştirildiği görülmektedir.
İnsan hakları kavramı, “kişinin sadece insan olduğu için sahip olduğu haklar” demektir. Bu haklar, “hayat hakkı; kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı; düşünce özgürlüğü; inanç ve ibadet özgürlüğü; mülkiyet hakkı ve eşitlik hakkı” vs. gibi hakları ihtiva etmektedir. İslâm düşünce tarihinde ise insan hakları, “zarûrât-ı hamse” denilen canın, aklın, namus ve haysiyetin, dinin ve malın korunmasını ifade eder ve beş temel ilke olarak zikredilir.
Kul hakkı ise İslam’ın Müslümana yüklediği görev ve sorumluluklarından kaynaklanan hakkı tanımlar. Daha açık bir ifade ile insan hakları, bireyin insan olarak doğmasından kaynaklandığı var sayılan haklara; kul hakkı ise, dinin insana yüklediği sorumluluklardan kaynaklanan hakka denir. Bu nedenle insan hakları ile kul hakkı birbirinden farklıdır.
“İnsan haklarının” bireye/özneye yönelik bir karaktere sahip olduğu, “kul hakkının” ise diğer insanlara karşı ahlakî ve hukukî bir sorumluluk ifade ettiği görülür. İnsan haklarında, bireyin haklarını önceleme gayreti söz konusu olurken; kul hakkında başkasının hakkını ihlal etmeme anlayışı ve titizliği söz konusu olmaktadır. Dolayısıyla kul hakkı, insanın diğer insanlara karşı olan hakkını ve hukukunu ifade eder.
Bu nedenledir ki “kul hakları, genellikle insanların canları, bedenleri, ırz ve namusları, mânevî şahsiyetleri, makam ve mevkileri, dinî inanç ve yaşayışları gibi konulardaki kişilik haklarıyla mallarına ve aile fertlerine ilişkin haklarından oluşmakta ve bunlara yönelik olarak yapılan kötülükler, verilen zararlar kul haklarına tecavüz sayılmakta, bu tecavüz de ‘mazlime’ ve bunun çoğulu olan ‘mezâlim’ kelimeleriyle ifade edilmektedir.”[iii]
Nitekim Hz. Peygamber’in açıklamalarında da bu tanımın izleri açıkça görülür:
“Vücudunun sende hakkı vardır”[iv],
“Gözünün sende hakkı vardır”[v],
“Nefsinin sende hakkı vardır” [vi],
“Hanımının sende hakkı vardır”[vii],
“Çocuğun sende hakkı vardır” ,[viii]
“Ailenin sende hakkı vardır”[ix],
“Arkadaşının sende hakkı vardır”[x],
“Misafirin sende hakkı vardır”[xi] ve
“Rabbinin sende hakkı vardır ve her hak sahibine hakkını ver”[xii] sözleri, bu gerçeği ifade eder.
Hz. Peygamberin ifadesiyle,“Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamaları ve O’na ibadet etmeleri; kulların Allah üzerindeki hakkı ise kendisine ortak koşmayan kimselere azap etmemesi, onları cennetine koymasıdır.”[xiii]
Kur’an’da “kul hakkı” kavramı da yoktur, ama kul hakkı ile ilgili bilgiler, ilke ve kurallar mevcuttur.[xiv] Zira onda haramlar başta olmak üzere kul hakkı ile ilgili geniş bilgilerin yer aldığı görülmektedir. İnsanlar arasındaki sosyal ilişkileri düzenleyen ve birbirlerinin hakkına riayet etmeyi sağlayan ahlâkî ve hukukî kurallar, emir ve yasaklar, insanın sorumluluğunu ifade eden haklar arasında yer alır. Kul hakkı bilgisine sahip olan ve bu bilgiyi bilinç haline dönüştüren insan, kendi haklarını dışlamadan, muhatap aldığı insanların haklarına riayet etmeyi, onların haklarına saldırmamayı bir yaşam tarzı olarak görür, dolayısıyla da bencilliği bırakır ve özgeci bir tavır sergiler. Bu sayede o, insan hayatını, onurunu, malını, neslini korumaya özen gösterir, dolayısıyla insanın sadece bedenine değil, kişiliğine de zarar veren/verecek olan davranışlardan kaçınır.
İslam, bu amacı gerçekleştirmek için insan öldürmeyi yasakladığı gibi, onun onurunu zedeleyen, kişiliğini yaralayan söz ve davranışları da yasaklar. Hayat hakkını ve kişi dokunulmazlığını insan haklarının temeli sayar. Bu nedenle “Bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibi olur”[xv] der. İnsanı öldürmeyi, onunla alay etmeyi, ona kötü lakap takmayı, su-i zanda bulunmayı, tecessüs etmeyi, aleyhinde konuşmayı onur kırıcı davranışları da kul hakkı olarak kabul eder.[xvi] Dahası hırsızlık yapmayı, gasp etmeyi, aldatarak ve yalan söyleyerek mal satmayı, sahte para vermeyi, başkasının malına zarar vermeyi de kul hakkına dahil eder. Bu nedenledir ki Allah Teâla, “Birbirinizin mallarını haksız yollardan yemeyin. İnsanların bir kısım mallarını günah olacak biçimde bile bile yemek için hâkimlere peşkeş çekmeyin” [xvii] tavsiyesinde bulunur. Hz. Peygamber de Veda Hutbesinde “Ey insanlar, sizin canlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız, Rabbinize kavuşuncaya kadar birbirinize haramdır (dokunulmazdır)”[xviii] diyerek, başkalarının haklarına riayet edilmesini ister.
Kul hakkı konusunda bir sorun yoktur, ancak kul hakkının affı konusunda düşünce ve yorum farklılığının bulunduğu da bir vakıadır. Bir anlayışa göre Allah Teâlâ, şirk ve kul hakkını -kul affetmedikçe- af etmemektedir. Diğer görüşe göre ise Allah Teâlâ sadece şirki affetmemekte, kul hakkını dilerse affedebilmektedir. Bu görüşe sahip olanların dayandıkları delil, “Hiç kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşma günahını bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları dilediğine bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa son derece büyük bir iftira günahı işlemiş olur” [xix] ayeti ile “Ey günâhta haddi aşanlar, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah, bütün günâhları affeder. O, gafûrurrahîmdir, affı, merhameti çoktur” [xx] ayetidir. Bu iki ayetin lafız anlamlarından hareketle bu kanaate varıldığı; dolayısıyla Kur’an bütünlüğünden yoksun, ayet merkezli bir anlayışa dayandığı görülmektedir.
Bu ayetler bize ne anlatmaktadır? Allah’ın, şirk hariç kullarının hem kendisine, hem de diğer kullarına karşı işlediği bütün suçlardan ve günahlardan dolayı onların bağışlayacağını mı, yoksa sadece kendisine karşı işlenen suçlardan şirk hariç diğer suçların affedebileceğini mi? Mesela Allah Teâlâ, bir insanı öldüren veya onun malını çalan, aldatma ve gasp yoluyla elde eden, onun gıybetini yapan ve ona iftira eden bir insanı – kulu affetmedikçe- affedecek midir? Şayet affederse böyle bir uygulama Allah’ın “adalet” sıfatı ile nasıl bağdaşacaktır? Bu durumda bir kuluna lütfederken, diğer kuluna zulüm etmiş olmayacak mıdır? Allah Teâlâ, dünyada işlenen bazı suçlara ceza verirken; ahirette kul hakkı yiyenleri affetmesi, bir çelişki olmayacak mıdır? Dahası bu durum, Allah Teâlâ’nın
“ Kim iyi ve yararlı iş yaparsa, kendisi için yapmış olur; kim de kötü bir iş yaparsa o da kendi aleyhinedir. Rabbin kullarına asla zulmetmez”[xxi]
“ Bu yaptığınızın karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına asla zulmetmez”[xxii]
“ Ben kullara asla zulmetmem”[xxiii] sözlerine aykırı olmayacak mıdır?
Bu ayetlerde Allah Teâlâ, kullarına karşı zâlim olmadığını açıkça ifade etmektedir. Şayet Allah Teâlâ, bir kulunun hakkını yiyen diğer kulunu affederse bu af, hakkı yenilen kuluna karşı bir haksızlık, bir zulüm sayılmayacak mı? Şayet Allah Teâlâ, bir zâlimi mazlumun hakkını almadan affedecekse, dünyada iken mazlumun hakkını yiyen o zalimi, ahirette ödüllendirmiş olmayacak mı? Bu takdirde ahiret gününe imanın ne anlamı kalacaktır? Bu nedenledir ki Kur’an’ı hem tebliğ ve tebyin ile görevlendirilen Hz. Peygamber,
“Kim bir kul hakkı yemişse, derhal o kardeşi ile helalleşsin. Çünkü (ahirette) dirhem de geçmez, dinar da. Böyle olunca o (hak yiyen) kişinin sevapları alınır, o adama yüklenir. Eğer sevapları yoksa, o hakkını yediği adamın günahları buna yüklenir.”[xxiv]
“Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helalleşsin! Çünkü ahirette altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınır, sevapları olmazsa, hak sahibinin günahları buna yüklenir.” [xxv]
“Ödeme gücü olan zengin kişinin, ödemeyi ertelemesi zulümdür” [xxvi] sözleri ile bu konuya açıklık getirmiştir. Bu hadisleri destekleyen bir başka hadis de şudur:
Hz. Peygamber bir gün ashabına: “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sorar. Ashabından bazıları da “Bizim aramızda müflis, parasını ve malını kaybeden kimsedir” dediler. Bunu üzerine Hz. Peygamber: “Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyâmet günü namaz, oruç ve zekât sevaplarıyla gelir. Fakat ona buna sövmüş, kimilerine zinâ iftirâsı yapmıştır. Bâzı kimselerin malını yiyip bâzılarının kanını dökmüştür. Kimilerini de darbetmiştir. Böyle birinin iyiliklerinin sevapları hak sâhiplerine verilince üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biter. Bu sefer hak sâhiplerinin günahları kendisine yükletilerek cehenneme atılır. İşte müflis budur”[xxvii] diyerek, kul hakkını daha da vuzuha kavuşturmuştur.
Allah Teâlâ adil olduğuna ve kullarına zulüm etmeyeceğini açıkça beyan ettiğine göre, O’nun kul hakkını yiyen bir insanı -hakkı yenen kişi onu affetmedikçe- affedeceğini düşünmek, doğru olmadığı gibi, Kur’an’ın genel muhtevası ile de örtüşmemektedir. Zira bu düşünce, dünyada bir müminin diğer bir mümini yanlışlıkla öldürmesi halinde, öldürülen kişinin ailesi onu bağışlamadıkça, diyet ödemesini emreden ayet hükmünün,[xxviii] ahiretteki hesaplaşmada devre dışı kalacağı, dolayısıyla bir bedel ödemeden affedileceği sonucunu doğurur ki, bunu Kur’an’ın genel muhtevası ve ruhu ile bağdaştırmak mümkün değildir.
Bu nedenle dünya hayatında işlenen bir suça karşı diyet ödemek zorunda olan insan, ahirette yediği kul haklarını hak sahibine ödemeden Allah’ın onu affetmesini nasıl düşünebilir? Düşünse bile bu düşünce doğru olabilir mi? “Doğru olur” denilse bile, bu sözü doğrulayacak kriter nedir ve bu kriteri kim belirleyecektir? Kriteri belirleme görevi bir beşere mi, yoksa bir Peygamber’e mi ait olacaktır? Elbette ki bu konuda söz söyleme yetkisi, beşerden önce Hz. Peygamber’e ait olacaktır. Nitekim O da yetkisini kullanarak bu görevi yerine getirmiş ve gereken açıklamayı da yapmıştır. Dolayısıyla da her Müslümanı bağlayıcı bir niteliğe sahiptir.
Hz. Peygamber’in yaptığı bu açıklamada, Allah’ın huzurunda hesabı sorulacak olan günahlar üçe ayrılmakta, bunlardan birincisi affedilebilecek olanlar; ikincisi affedilemeyecek olanlar; üçüncüsü ise affedilmesi şarta bağlı olanlar şeklinde sıralanmaktadır. Birincisinde kulun Allah’a karşı işlemiş olduğu günahlar; ikincisinde şirk/Allah’a ortak koşma; üçüncüsünde ise kul haklarından doğan günahların olduğu belirtilmektedir.[xxix]
Hz. Peygamber’in günah konusunda yaptığı bu ayırımdan anlıyoruz ki kul hakkı yiyen kişi, hak sahiplerine bir şekilde haklarını ödemeden affedilmeyecektir. Affedileceğini ummak, yanlış bir düşüncedir ve Şeytanın aldatmasından başka bir şey değildir. Zira Allah Teâlâ, “Garûr/Şeytan sizi Allah’la aldatmasın” [xxx] buyurarak kullarını uyarmakta; dolayısıyla da Şeytan’ın insanları Allah’ın merhameti ve affı ile kandıracağını, böylece onları günah işlemeye ve kul hakkı yemeye teşvik edeceğini ifade etmiş olmaktadır.
Bu nedenle “Yenilmiş kul hakkını, ne Mekke temizler, ne de tekke.” Zira kul hakkı, ancak hak sahibine hakkını vermekle ödenmiş olur. İşte o zaman Allah dilerse affeder, dilemezse affetmez. Bu bilince sahip olan bir Müslüman, “ Haram-helal ver Allah’ım, kulun yer Allah’ım” demez, “kul hakkı” yememeye özen gösterir. Daha açık bir ifade ile haramlardan uzak durur, tabiî içgüdülerine ve eğilimlerine engel olmaya çalışır, nefsinin arzularına mağlup olmaz, kör iştah ve ihtiraslarına gem vurarak “Kur’an’dan aldığı ilham” ve Hz. Peygamber’den aldığı öğüt ile aklının ve vicdanının sesini dinler.
[i] İbn Manzûr, Lisânü’l Arab, “hkk” md.
[ii] Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lügat, Ankara,1970,s.375-376.
[iii] TDV İslam Ansiklopedisi, Kul Hakkı mad.
[iv] Buharî, Savm, 55.
[v] Buharî, Savm, 55.
[vi] Buharî, Savm, 51.
[vii] Buharî, Savm, 54.
[viii] Müslim, Savm, 183.
[ix] Buharî, Savm, 51.
[x] Nesaî, Savm, 76.
[xi] Buharî, Savm, 54.
[xii] Buharî, Savm, 54.
[xiii] Müslim, İman, 4.
[xiv] Kur’an’da “tasavvuf” kavramı da yoktur, ama tasavvufla ilgili bilgiler, mevcuttur.
[xv] Maide,5/32
[xvi] Hucurat,49/10-12
[xvii] Bakara,2/188
[xviii] Buhârî, Hacc, 132
[xix] Nisa, 48
[xx] Zümer, 39/53
[xxi] Fusslet,41/46.
[xxii] Al-i İmran,3/182.
[xxiii] Kâf,50/29.
[xxiv] Buharî, Rikak,48.
[xxv] Buharî, Rikak, 48.
[xxvi] Buhârî, Havâle, 1
[xxvii] Müslim, Birr, 59
[xxviii] Nisa,4/92.
[xxix] Müsned, VI, 240.
[xxx] Lokman,31/33; krş. Fatır,35/5; Hadid,57/14.
Allah razı olsun çok güzel tespit ler.