Dinler Tarihine göre bir dini “saflaştırmak”, “ıslah etmek” veya “geliştirmek” bilim adamının değil, o dinin kurucusunun, önderlerinin veya peygamberinin görevidir. Dinî gelenekler, saflaştırma ve gelişme süreçlerine bağlı olarak “kültür dinleri” ve “vahye dayalı dinler” diye iki kısma ayrılmaktadır.
Buradaki beşerin elinde yoğrulan kültür dinlerinin özgün adet ve gelenekleri geliştikçe, içinden kopup geldikleri monoteizmden farklılaşarak yavaş yavaş politeizme meyletmektedir. Buna karşılık bu inançlar, özgün olan evrensel olamayan sözde ilahlarını soyutlaştırmakta, onları salt isimlere dönüşmekte ve zaman içinde çoklu ilahlar arasında tercih edilen tek bir güç içinde erimeye başlamaktadır. Bu durumu en güzel Brahman-Atman anlayışında gözlemleyebiliriz. Çünkü Hindu anlayışında Sonsuz Varlığın mistik algısı, zaman içinde soyutlaşarak sonuçta kültürel, politeist ve kişisel dinin en yüce formu haline dönüşmüştür.
Öte taraftan vahiy dini tipolojisinde değerlendirilen Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam (buna Zerdüştlük de dahil edilebilir ), peygamber mesajı taşıyan inançlar olup tek bir Tanrı’yı kendi özgün tarihi içinde ifşa ve ilan eden ve fiilen monoteizmi öğretileriyle boyutsal açıdan işleyen ama canlı ve tek ruhanî bir teolojiyi oluşturan geleneklerdir.
Böylece ortaya yeni bir anlayış farkı hemen belirecektir; kültür dinlerinde gözüken “Sonsuzluğa dayanan mistisizm” ve vahye dayalı dinlerde gözüken “zata dayanan mistisizm”. Kültür dinlerinde ruh ve madde veya teklik ve çokluk gibi bir düalizmden söz etmemiz mümkünken, vahye dayalı dinlerde ise Tanrı ile Şeytan, ilahi fethedici sevgiye dayalı teslimiyet isteyen rahmet ile izah edilemeyen radikal kötülük bulunur: Hatta ölüm ile hayat, güven ile ümitsizlik gibi sürüp giden bir mücadeleci bir durum bulunmaktadır. Bu kavga aslında vahiy dininin kültür dinine dönüşmeme, beşeri olmama mücadelesidir.
Hatta Dinler Tarihine göre vahye dayalı dinlerde dindarların acı çekişi, ölüm tecrübesi veya günaha bakış gibi konular sadece betimlenmemiş, aynı zamanda tarihsel bir tarzda gelişmeler de yaşanmaktadır.
Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi vahye dayalı İslam haricindeki diğer ilahi dinleri genel anlamda beşeri kültür dinlerinden üstün görebiliriz. Çünkü vahye dayalı bu ilahi kökenli dinlerde, dinin özel durumu daha açık bir şekilde bağımsız olarak ortaya çıkmakta ve bunun yanında aynı zamanda kendine özgün sapmalarla kültür de üretebilmektedir. Bu duruma en güzel örnek din, İsrail’de Yahudiliğe dönüşüm veya tek başına Zerdüştlük’tür. Bu dinî gelenek hem çok aşikar olarak söz konusu dualizmi (Ahuramaza ve Ehrimen) ortaya koymakta hem de özgün kültürel alanlar geliştirme konusunda vahye dayalı dinler için anahtar görev üstlenebilmektedir.
Bir dini, salt kültüre dönüşmesini engelleyen en merkezi kavramı özgün vahyidir. Alman Dinler Tarihçisi Rudolf Otto (ö. 1937), Kutsal kavramını veya Latincesi ile Numen’i rasyonel veya rasyonel dışı tüm tecellileriyle betimlemek için aynı zamanda diğer insanların geleneklerine özellikle onlardaki vahiy/kehanet melekesine yönelmektedir. Ona göre peygamber gibi özel insan, sahip olduğu vahiy gibi yüksek bir meleke yoluyla, Kutsal’ı ve onun farklı farklı tecellilerini anlamaya ve tanımaya güç yetirebilmiştir. Bir başka değişle bu meleke, bir özlem duyma veya Kutsal’ı algılama ve içten hissetme olup onun sayesinde kişi, Kozmik İlahi Varlığının özel anlamını, belli değerini ve sonsuzluk verici amacını anlayabilir. Numen tecrübesi, genel olarak rasyonel olmayan bir karakterde olduğu için tam bir formül ile bilinmekten çok uzaktır. Bunun yerine bu tecrübe ancak ideogram denen, kavram ile tecrübe arasındaki ilişkiyi ifade etmek için kullanılan ve mantıksal olarak anlaşılamayan ama sadece sembolik dille kavranabilen özel iman söylemleri veya dogmatik öğretiler yoluyla açıklanabilir.
Böylelikle Dinler Tarihi, peygamber denen özel insandaki vahiy yeteneğini evrensel açıdan bir tür “Kutsal’ın şematik işaretlerini okuma işi” olarak görmektedir. Dolayısıyla bu sadece bazı özel ilahi yetenek verilmiş kişilere açık bir şeydir. Kutsal’ın en önemli okuyucuları ve aktarıcıları olan peygamber, Dinler Tarihine göre dâhi kişiler olup bir anlamda ilahi mesaj getirici veya en radikal anlamda din kurucusudur.
Neticede peygamber, bizzat Numen’in yani Kutsalın vahyolunduğu kişiler olarak birinci ve en yüksek seviyedeki “ilahi maksat okuyucularını” oluştururlar. Bilhassa “tarihsel” dinlerde ortaya çıkan farklı Kutsal okuyuşları, insanların tartışadurdukları dinin kaynağı konusunda uygun ipuçları olabilirler. Dahası Kutsalın tarih boyunca kendini tezahür ettirdiği, farklı dinlere göre değişik formlarda bilindiği ve kabul edildiği, dindarları tarafından özlem duyulup bazen önceden hissedilebildiği temel iman odağı gördüğünden vahiy melekesi herkes tarafından önemsenmelidir. Zira en nihayetinde vahiy melekesi, diğer sıradan insanlar için anlaşılmaz bir gizem olurken peygamber için Kutsal’ın içkin şehadetini (testimonium Sancti internum) içermektedir.
Prof. Dr. Mustafa ALICI