Tarihî süreç içinde akıl ile ilgili olarak farklı tanımların yapıldığı ve bunlar arasında “Düşünme, anlama ve kavrama gücü”[1] tanımının daha yaygın olduğu görülüyor. Diğer bir ifade akıl, insanı insan yapan, onun her türlü aksiyonlarına anlam kazandıran ve ilâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan, insana özgü bir yetinin adı olarak biliniyor. Nitekim Kur’an sözlüğünde de akıl, “bilgi edinmeye yarayan bir güç” ve “bu güç ile elde edilen bilgi” şeklinde tarif ediliyor.[2]
Kur’an’da akıl kelimesi biri geçmiş, diğerleri geniş zaman kipinde olmak üzere kırk dokuz yerde fiil şeklinde geçmektedir. Bu ayetlerde genellikle “akletme” nin yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmaktadır. Nitekim Kur’ân’da “ancak bilenlerin akledebileceği” [3] ifade edilmekte ve bu yetiyi iyi kullanmadıkları için de kâfirlerin, “…Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akletmezler”[4] ifadesiyle yerildiği görülmektedir. Bundan daha da önemlisi, “O, aklını kullanmayanları pisliğe dûçâr eder”[5] sözü ile de aklını kullanmayanların başına her türlü pisliğin ve belanın gelebileceği anlatılmakta ve bu nedenle de insanlardan aklını kullanmaları istenmekte, dolayısıyla akıllarını kullanan kişilerin Cehennem azabından kurtulabilecekleri[6] hatırlatılmaktadır. Yine Kur’an’ın birçok ayetinde, akıl sayesinde kazanılan bilgilerin yine bu yetinin kontrolünde kullanılması gerektiği, bunu yapmayanların sorumlu tutulacağı da ifade edilmektedir.
Düşünme, anlama ve kavrama yetisine sahip olan akıl, aynı zamanda ilâhî hakikatleri sezme, anlama ve onların üzerinde düşünüp yorum yapma yetkisine de sahiptir. Nitekim “Allah, âyetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır”[7] ayeti, aklın bu fonksiyonuna işaret etmekte ve bizden de aklımızı kullanmamızı istemektedir. Kur’an’da akılla aynı anlama gelmese bile, ona yakın bir mâna ifade eden kalb (çoğulu kulûb), fuâd (çoğulu ef’ide) ve elbâb (tekili lüb, Kur’an’da geçmez) kelimelerinin kullanıldığı dikkati çekmektedir. Sezme, anlama ve bir şeyin mahiyetini kavrama gücü” anlamına gelen bu kelimeler, daha çok insanın derunî, vicdanî alemine ve gönül dünyasına hitap etmektedir. [8]
Bu bilgilerden de anlıyoruz ki akıl, bilgi olmadıkça fonksiyonel olamamakta, işlevsel olabilmesi için mutlaka bilgiye ihtiyaç duymaktadır. Tıpkı bir arabanın çalışabilmesi için nasıl yakıta ihtiyacı varsa; aklın da fonksiyonel olabilmesi için bilgiye ihtiyacı vardır. Nitekim birçok insanın, “Evvelki aklım olsaydı şunları yapmazdım” dediğine çoğu kere şahit olmuşuzdur. Bu söz bize, o kişinin eskiden başka bir aklı, şimdi ise başka bir aklının olduğunu ifade etmiyor; bilakis o kişi bu sözüyle bize, ”Şu anda sahip olduğum bilgiye eskiden sahip olsaydım, eskiden yaptığım o şeyleri asla yapmazdım” demek istiyor. Fıtrî bir yeti olarak akıl değişmiyor, ama akla ulaştırılan bilgilerde değişim oluyor. Bundan dolayıdır ki Yüce Yaratıcı, insanın beş duyu organını, aklın ihtiyaç duyduğu bilgileri temin etmekle görevlendirmiş bulunuyor. Nitekim okuma, dinleme, tatma, dokunma ve koklama yoluyla elde edilen bilgiler beyne ulaşıyor; akıl da beyne ulaşan bu bilgileri tasnif ve organize ediyor ve bu bilgilerden düşünce üretiyor. Akıl, beyne hangi bilgiler ulaşmışsa onun üzerinde işlevsel olduğu için, bilginin niteliği ve doğruluğu da ayrıca önem arz ediyor. Bu nedenle doğru bilgiye ulaşmak ve bunun için çaba göstermek, insanın en temel görevleri arasında yer alıyor. Bu da yeterli olmuyor, ayrıca aklın, doğru ve sağlıklı bir bilgi organizasyonu yapabilmesi için insanın, doğru bir mantığa da sahip olması gerekiyor. Zira insan, doğru bir mantığa sahipse, bilgi organizasyonu da doğru oluyor, dolayısıyla akıl da doğru bilgiler üretiyor. Şayet insan, doğru bir mantığa sahip değilse üretilen bilgiler de yanlış oluyor. Zira yanlış araçla, doğru hedefe varmak, mümkün olmadığı gibi, yanlış bir mantıkla da doğru düşünceye ulaşılamıyor.
Elde edilen bilgilerin, işlevsel olabilmesi, kısaca hayata yansıtılabilmesi için de ayrıca iradenin onayı gerekiyor. Çünkü “Bir şeyi yapıp yapmamaya karar verme gücü”[9] demek olan irade; yapılması veya yapılmaması aynı derecede eşit olan çeşitli davranışlardan birini beğenip tercih etmekte ve kendisine sunulan bilgilerin eyleme dönüşmesini sağlamaktadır. Zira iradede seçme, seçilen şeyde ısrarlı, kararalı ve arzulu olma söz konusudur. Yani bir şeyi yapıp yapmamanın gerekliliği konusunda hüküm verme, iradenin görevidir. Bundan dolayıdır ki iradeli her hareket, şuurlu hareket sayılıyor. Bununla birlikte her hangi bir hatanın olmaması veya hataların asgari düzeyde olabilmesi için, yapılan tercihlerin bir de “vicdan” denilen yetinin onayına sunulması, en son safhayı teşkil ediyor. Zira vicdan, “Kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç”[10] olarak tanımlanıyor. Bir başka ifade ile vicdan, Allah’ın içimize yerleştirdiği adalet terazisi olarak da biliniyor. Dolayısıyla yaptığımız kötü ve çirkin şeylerden dolayı vicdanımız sızlıyor.
Bu nedenledir ki Allah Teâlâ, “Bilmediğin şeyin ardına düşme, doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların her biri ondan sorumludur”[11] buyurarak, bizden bilgiye dayalı bir hayat yaşamamızı istemekte; bilmeden zan ile iş yapmayı kınamakta ve zannın hakikat karşısında hiç bir şey ifade etmediğini” [12] açıklamakta; ayrıca bilenle bilmeyenlerin asla eşit olmadığını, akıl sahiplerinin ancak öğüt alabileceklerini haber vermektedir.[13] Nitekim Kur’an’da yer alan Hz. Nuh ile Allah arasında geçen şu mükaleme, bilginin önemini ve değerini göstermesi açısından dikkat çekici bir nitelik arz etmektedir.
Hz. Nuh, oğlu boğulup ölünce yaptığı duada, oğlunun da aileden olduğunu söyleyerek, daha önce ailesini boğulmaktan kurtaracağına dair vadini Allah’a hatırlatır; Allah da ona, oğlunun doğru bir iş yapmadığını, bu nedenle aileden olmadığını söyledikten sonra; “Hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim”[14] demektedir. Bu ayetler, diğer bütün kıssalarda olduğu gibi “Kızım sana söylüyorum gelinim sen işit” dercesine, sadece Hz. Nuh’a değil; aynı zamanda bize bir mesaj niteliği taşımakta ve hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir şeyi Allah’tan istemememiz öğütlenmektedir. Böyle yaptığımız takdirde Hz. Nuh gibi bizim de cahillik yapmış olacağımız mesajı verilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber de, “Sana müftüler fetva verse de, sen yine de kalbine danış!”[15] diyerek, elde edilen her bilginin, vicdana onaylatılmasını istemektedir.
İnsan, kategorik olarak iki ana kaynaktan bilgi elde etmektedir. Bunlardan birincisi, kaynağı insan olan ve insanlar tarafından üretilen bilgiler; ikincisi ise kaynağı Allah olan ve “vahy” yoluyla gelen bilgilerdir. Ancak bu iki bilgi kaynağı arasında önemli bir fark mevcuttur. O da vahye dayalı bilgilerin, mutlak doğruyu ifade etmesi; insanlar tarafından üretilen bilgilerin ise, mutlak doğruyu değil, izafî doğruları temsil etmesidir. Çünkü insanlar, küllî tutum içinde olamazlar. Zira sınırlı bir kabiliyete ve kapasiteye sahiptirler. Olaylara ve olgulara belli açılardan bakarak anlamaya çalışırlar. Bu nedenle bütünlükten ve kuşatıcılıktan yoksundurlar. Vahye dayalı bilgilerin doğruluğu ise izafî değil, mutlaktır. Çünkü bu bilgiler, her şeyi bilen ve kuşatan olan Allah’a aittir ve bu nedenle her mümin, varlığına inandığı Allah’ın sözlerine de inanır ve Kur’an’da yer alan bütün bilgileri, mutlak doğru olarak kabul eder. Bunun adı da “iman” dır. Bu nedenle Kur’an’ın insan karşısında iki ana konumu söz konusudur. Bu iki ana konumdan birincisi, onun bir inanç objesi oluşu; ikincisi ise bilgi objesi oluşudur. Bu nedenle insan ürünü olan kitaplarda yer alan bilgiler, iman objesi değil, sadece bilgi objesidirler. Fakat Kur’an’da yer alan bilgiler, mutlak doğruyu temsil etse de; ayetlerin anlaşılması, açıklaması ve yorumu beşere ait bir eylem olduğu için izafî doğruları ifade ederler.
Kur’an’ın inanç objesi oluşu, insanın onu kabul edip etmemesi veya ona inanıp inanmaması ile alakalıdır. İnsan, ona inanıp inanmamada tamamen hürdür, isterse ona inanır, isterse inanmaz.[16] Bu nedenledir ki, Kur’an, Hz. Peygamberin ve müminlerin “tenzil”e imanından söz eder ve iman objesi olarak tenzili gösterir. “Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene inandı, müminler de (inandı)”[17] ayeti, bunu ifade eder. Bu ayetin mefhûm-ı muhâlifinden anlıyoruz ki, kaynağı vahye dayanmayan hiçbir kitap -bilgi objesi olsa da- iman objesi değildir. Bir diğer ifade ile iman objesi olan kitaplar, sadece vahye dayalı olanlardır. Bu kitapların sonuncusu ise, diğer kutsal kitaplardaki bilgileri ipka/tasdik, ikmal/tashih ve iptal/tekzip eden ve böyle bir misyona sahip olan Kur’an’dır. Bu nedenle Kur’an, kendi ifadesiyle insanlar için bir hidayet rehberidir. Dolayısıyla aklını kullanan, hayatını doğru ve dengeli yaşamak isteyen her Müslüman, Kur’an’ın verdiği bilgileri elde etmek ve ondan elde ettiği bilgileri hayatına yansıtmak zorunda olduğu bilgisine ve bilincine de sahip demektir. Zira o, bilir ve inanır ki mutluluğun, huzurun ve kurtuluşun yolu bu bilgiye ve bilince sahip olmaktan geçmektedir.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] TDK. Türkçe Sözlük, Ankara, 2005, s.49.
[2] Râgıb el-İsfahânî, Müfredat, “akl” mddesi.
[3] Ankebût 29/43.
[4] Bakara 2/171.
[5] Yûnus 10/100.
[6] Mülk 67/10.
[7] Bakara,2/242.
[8] Süleyman Hayri Bolay, Akıl, TDV. İslam Ansiklopedisi, İstanbul,1989, 2/238-39.
[9] TDK, Türkçe Sözlük, s.978.
[10] TDK, Türkçe Sözlük , s.2092.
[11].İsra,17/36.
[12] Yunus,10/36.
[13] Zümer,39/9.
[14] Hûd, 11/45-46.
[15] Ahmet b. Hanbel, Müsnet,1/194.
[16] Kehf,18/29.
[17] Bakara, 2/286.