Kur’an’ın, tenzil döneminde hayatın merkezinde yer aldığı; tenzil sonrası dönemlerde ise Kur’an’la birlikte rivayetlerin de yer almaya başladığı ve özellikle bazı rivayetlerin düşünce sistemlerinin oluşumuna da önemli katkı yaptığı görülüyor. Bunun en belirgin örneğini de “yaratılış” konusundaki rivayetler oluşturuyor. Dolayısıyla da dinî gruplardan her birinin, yaratılışla ilgili rivayetlerden kendisine en uygun gelenini de düşünce sistemin merkezine yerleştirdiği anlaşılıyor. Nitekim düşünce sistemlerinden birinin, “Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir”[1] rivayetini; bir diğerinin ilk yaratılan şeyin “Nûr-ı Muhammedî”[2]; bir başkasının ilk yaratılan şeyin “akıl” olduğu[3] rivayetini, düşünce sistemlerinin merkezine yerleştirdiği de biliniyor. Bunlar arasında en dikkat çekeni ve yaygın olanı ise “ Nur-ı Muhammedî ” rivayetidir ve sufî düşünce sisteminde önemli bir etkinliğe sahiptir. Bazı kelamcılar kalem rivayetini; İslam filozofları ise akıl ile ilgili rivayeti tercih etmişler ve düşünce sitemlerinin merkezine yerleştirmişlerdir. Bunların haricinde ayrıca ilk yaratılan şeyin arş[4] ve su [5] olduğu rivayetleri de mevcuttur. Birbirinden farklı bu beş rivayetten su rivayeti hariç, diğer rivayetleri doğrulayacak bir bilgi Kur’an’da mevcut değildir. Buna karşılık onda yaratılışla ilgili şu bilgilere yer verildiği görülmektedir:
“O Allah’tır ki, sudan beşer yarattı.»[6]
«Allah her canlıyı sudan yarattı.»[7]
«Her canlı şeyi sudan yarattık.»[8]
«Sizi topraktan O yarattı.»[9]
«Sizi topraktan yaratması, sonra yeryüzüne dağılan beşer olmanız, O’nun kudretine işaret eden ayetlerdendir.»[10]
«O insanı testi gibi yanmış kuru balçıktan yarattı.»[11]
«Allah katından İsa’nın hali, topraktan yarattığı Âdem gibidir. Sonra ona ol dedi. O da oluverdi.»[12]
«Andolsun ki biz, insanı kuru bir çamurdan şekillenmiş bir balçıktan yarattık.»[13]
“Cinleri de dumansız ateşten yarattık.” [14]
“Her canlı şeyi sudan yarattık » ayetinde geçen “her şey” ifadesi, umumî anlamda insanlar, hayvanlar ve bunların dışında kalan bütün canlı varlıklara ve bitkilere de şamildir. Zira su hayatın kaynağıdır ve her şey onunla neşv- ü nema bulmaktadır. Su iki yönden hayat kaynağı olmaktadır:
Sübutu ve delaleti kat’î olan ayetleri bir kenara bırakıp da sübutu kat’î olamayan rivayetlerin düşünce sitemlerinin merkezine yerleştirilmesi, bir taraftan Müslüman zihnini delaleti zannî konularla meşgul ederken, diğer taraftan da Kur’an’ın ihmal edilmesine vesile olucu bir fonksiyon icra etmiştir. Daha da önemlisi, bu rivayetlerin, tefsir ve edebiyata yansıtılması, bu tarz düşüncelerin etkinliğini daha da artırmıştır. Bu nedenledir ki Reşit Rıza, «el–Menâr» isimli tefsirinde, «Müslümanların kötü talihlerindendir ki, tefsir kitaplarının pek çoğu, okuyucularını Kur’ân’ın ulvî gayelerinden ve devamlı yol göstericilik vasıflarından uzaklaştırmıştır. Bu tefsirlerin müfessirleri, Kur’ân’da i’rab bahisleri, nahiv kaideleri, maânî nükteleri, ve beyân ıstılahları aramışlar ve tefsirlerini, mütekellimlerin cidalleri, usûlcülerin tahriçleri, mukallid fakihlerin istinbatları, tasavvufçuların te’villeri ve mezhep ve fırka mensuplarının görüşleriyle doldurmuşlardır” [16] deme ihtiyacını hissetmiştir.
Kur’an’la ilgili olan fakat dikkate alınmayan, yada gözden ırak tutulan diğer bir konu da, ilmihal kitaplarındaki iman, ibadet ve ahlak başlıklarının sıralanışındaki hiyerarşik düzenle ilgilidir. Kur’an’ın tenzil yöntemine/ Mekkî ve Medenî surelerin genel muhtevasına göre bu sıralama, iman, ahlak, ibadet ve hukuk şeklindedir. Bir başka ifade ile Mekkî surelerin muhtevasında ana hatlarıyla iman ve ahlak, Medenî surelerin muhtevasında ise ibadetler ve hukuk kuralları yer almaktadır. Tek istinası namazdır ve o da hem Mekkî hem de Medenî surelerde zikredilmektedir. Dolayısıyla Kur’an’ın tenzil yöntemindeki bu sıralama, insanın öncelikle inancını ve düşüncesini şirkten arındırıp “ tevhid”e ulaşmasına ve ona ahlakî bir nosyon kazandıracak kurallarla da sosyal ilişkilerini düzenlemesine matuftu. Bir başka ifade ile bu uygulama, insanın düşüncelerini ve inançlarını şirkten arındırmayı; kendisiyle ve toplukla barışık bir kul olarak Allah’ın huzuruna çıkmayı hedefleyen bir yöntemdi. Nitekim “siyer” başta olmak üzere sahabenin hayatındaki imana ve ahlaka dayalı kulluğu yansıtan davranışlarda da bu görülmekteydi.
Kur’an’ın bu tenzil yönteminden farklı olarak ilmihal kitaplarında yer alan iman, ibadet ve ahlak sıralanması, müminin iç ve dış arınmasına ne ölçüde etki ettiği bilinmemektedir. Ama günümüzde bilinen bir şey varsa, o da ibadet ettiği halde ahlakî ilkelere yeterince önem ve değer vermeyen Müslüman bir kitlenin mevcudiyetidir. Nitekim bu kitle, ibadetlerini yerine getirdiğinde, bunu yeterli görüyor; mesela namaz kılmadığı, oruç tutmadığı veya hacca gitmediğinde hissettiği ezikliği, mahcubiyeti ve rahatsızlığı yalan konuştuğunda, adaletsizlik yaptığında, dedi kodu ettiğinde, haram yediğinde, verdiği sözü tutmadığında, emanete riayet etmediğinde, ticaretinde müşterisini aldattığında vs. gibi ahlak dışı her hangi bir davranışta bulunduğunda benzer ezikliği, mahcubiyeti ve rahatsızlığı hissetmiyor. Kimi Müslüman ise içki içtiği halde, domuz eti yedi diye din kardeşini, dinden çıkmakla itham edebiliyor; ya da gayr-i meşru ilişki içinde olan erkeğin bu davranışına göz yumabiliyor, ama böyle bir ilişki içinde olan kadının “ töre” adına öldürülmesine de karşı çıkmıyor. Kur’an, suç ve cezada kadın-erkek ayırımı yapmadığı halde, düşünce dünyasında Müslüman, böyle bir ayırıma tevessül edebiliyor ve bundan da kaygı duymuyor. Bu da Müslüman neden böyle bir zihniyete ve düşünceye sahip olmuştur, onu böyle bir düşünmeye sevk eden nedir? Sorusunu sorduruyor ve herkesin de kendine göre bir cevabı bulunuyor.
Verilecek cevaplardan önemli olanı ve dikkat çekeni -kanaatimce- iman ibadet birlikteliğine önem verildiği kadar, iman ahlak birlikteliğine önem verilmeyişi / verilemeyişidir. Tenzil döneminde iman-ibadet birlikteliğine ne kadar önem verilmiş ise, , iman-ahlak birlikteliğine de o kadar önem verilmişti. Nitekim Hz. Peygamber’in yalancılığı, söz verip de sözünden caymayı, emanete hıyanet etmeyi, münafıklık alametlerinden sayması[17]; hayayı imandan bir parçası olarak zikretmesi[18], Müslümanı emin/güvenilir bir kişi olarak tanımlaması [19] iman- ahlak birlikteliği gösteren örneklerden sadece bir kaçıdır.
Sonuç olarak tenzil yönteminde olduğu gibi günümüzde de önce iman ile ahlak, sonra da ahlak ile ibadet birlikteliğine gereken değer verilir ve bu da bilinç haline getirilirse, mevcut olumsuzlukların, olumlu yönde değişme potansiyeline sahip olacağını/olabileceğini söylemek, abartılı bir ifade olmayacaktır. Tenzil dönemindeki mevcut olumsuzlukları, olumlu yöne değiştiren bu uygulama, neden benzer bir değişimi günümüzde de sağlamasın? Zira Kur’an, sadece muhtevasıyla değil, aynı zamanda uyguladığı bu yöntemle de evrensel bir niteliğe sahiptir.
[1] Buhârî, Kader, 2
[2] Bu rivayet için bkz. Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, H. No: 827. Muhammedî Nûr, Hakikat-i Muhammediye olarak da bilinir. Bu kavramı, genellikle tasavvufçular kullanır. Hakikat-i Muhammediye inancına göre Allah, ilk defa Muhammedi nuru yatarmış, onun ardından her şey, bu nurdan ve bu nur için yaratılmıştır. Bütün peygamberlerde tecelli eden bu nur, en son Resul-i Ekrem’e intikal etmiş ve onda karar kılmıştır. (Bkz. Süleyman Uludağ; “Nur” Mad., TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2007, XXXIII, 244). Bazı hadisçiler göre Keşfu’l-Hafâ muteber bir hadis kaynağı değildir.
[3] Ebu Davud, Sünnet,16.
[4] Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 1.
[5] Tirmizî, Cennet, 2.
[6] Furkan, 25/54.
[7] Nûr, 24/45.
[8] Enbiyâ, 21/30.
[9] Enâm,6/2.
[10] Rûm, 30/20.
[11] Rahmân, 55/14.
[12] Âl-i İmrân,3/59.
[13] Hicr, 15/26.
[14] Rahmân, 55/15.
[15] Hasan Basri Çantay, Kur’an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerim, İstanbul 1962, 2/584. ( Dip not bilgisi)
[16] Reşid Rıza, Tefsiru’l-Menâr, Beyrut, Tarihsiz. 1/7.
[17] Buharî, Edeb 69.
[18] Buharî, İman 2.
[19] Buhârî, İman 4.