Bir arada ve toplu olarak yaşamak zorunda olan insanların, çoğu kez metot farklılıkları, eskileri körü körüne taklit; olguları ve olayları aynı ölçüde anlayamama; anlayış ve idrak farklılığı; başkalarına hükmetme arzusu; bencillik, kıskançlık ve başkaları aleyhine menfaat sağlama gibi sebepler yüzünden birbirleriyle tartıştıkları, hatta kavga ettikleri görülüyor. Bu nedenle İslam’ın, insanın iyiden, güzelden ve gerçeklerden sapma yönleri olarak tanımlayacağımız bu tarafını, doğruya, güzele ve gerçeğe yönlendirmek için birtakım prensipler getirdiği ve bu prensiplere uyulduğu ölçüde insanın daha huzurlu olacağını ifade ettiği biliniyor. Bu prensipler arasında kaba ve katı olmamak; nazik, kibar ve hoşgörülü olmak önemli bir konuma sahip bulunuyor. Zira sosyal ilişkilerde esas olan, insanlara kaba ve katı davranmamak, sert konuşmamak ve düşmanca bir tavır takınmamaktır. Bu ilkenin İslâm’daki konumu, fikhî tabirle bir ruhsat değil, azimettir. Zira Hz. Peygamber’in tutum ve davranışlarını öven ayette, “Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar çevrenden dağılır giderdi”[1] deniliyor.
Bu ayet, bir taraftan Hz. Peygamber’in tutum ve davranışlarını överken, diğer taraftan da inananlara bir mesaj veriyor. Diğer bir ifade ile Allah Teâlâ, inananlara “Hz. Peygamber, insanlara kaba ve katı davranmadı, yumuşak davrandı, böylece çevresindeki insanları dağıtmadı; siz de öyle davranın ve çevrenizdeki insanları dağıtacak davranışlarda bulunmayın” mesajını veriyor. Ayrıca Kur’an’da yer alan “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen, kötülüğü iyilikle savuştur”[2] ; “İyilikler, kötülükleri giderir”[3]; “Kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarına girer. Zira şeytan, insanın apaçık düşmanıdır” [4] ayetlerinin de bu mesajı desteklediği; “Firavun’a gidin, çünkü o azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar”[5] ayetinin de bu ilkeye işaret ettiği görülüyor.
Böyle bir davranış, insana değer verildiğini veya düşmanca bir tavır takınılmadığını göstermektedir. Böyle bir davranışın ise insana güven telkin ettiği; zekat ve sadaka gibi yardımların da bu duyguyu beslediği biliniyor. Nitekim Kur’an’da, zekat verilecek kişilerden birinin, “müellefe-i kulûb” [6] olarak zikredilmesinin de bu duyguya yapılan bir atıf olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla insanın, kendi isteği ile güven duymadığı ve kalbinin ısınmadığı bir dine inanması söz olmuyor Zira iman, “güven duygusu içinde tasdik etmek” anlamına geliyor.[7] İmanın zıddı ise tekziptir, tekzip de yalanlamadır. Bu nedenle yalanla imanın bir arada bulunması söz konusu olmuyor. Nitekim “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz. Yapmayacağınız şeyleri söylemek, Allah katında öfkeye sebep olan bir davranıştır”[8] ayeti de bir Müslümanın, yapmayacağı/yapamayacağı şeyleri vaat etmesini veya gerçeğe uymayan söz ve davranışlarda bulunmasını kınıyor. Bu nedenle Müslümanın, yalan konuşmaması en önemli kişilik özellikleri arasında yer alıyor. Nitekim Hz. Peygamber’in de bir Müslümanın beşerî zaafları dolayısıyla günah işleyebileceğini, fakat yalan konuşamayacağını ifade ettiği rivayette yer alıyor. Dolayısıyla İslâm, Müslümandan doğru ve dürüst olmasını istiyor.
İnsanların, anlaştığı konular kadar, anlaşamadığı konular da olacaktır. Bu tabiî bir durumdur. Ancak insanların, tartışmayı sürdürmek yerine, mevcut ortak noktaların bulunup onlar üzerinde bir uzlaşmaya varması, daha doğru bir davranış olduğu da biliniyor. Zira aksi bir tutum, insanların antipatisini kazanmaya sebep oluyor. Antipati de nefreti doğuruyor. Bu nedenle sosyal ilişkilerde esas olan ve olması gereken de nefret değil, sevgidir. Hz. Peygamber, inanmayan amcası Ebû Tâlib’e karşı iyi tavır takınır ve onu ziyaret ederdi. Hatta Hz. Peygamber’in en büyük arzusu, onun Müslüman olmasıydı. Ama amcası, buna rağmen Müslüman olmadan ölmüştü. Allah Teâlâ bu arzuyu şöyle ifade eder: “Ey Muhammed, sen sevdiğini doğru yola iletemezsin, fakat Allah, dilediğini doğru yola iletir. ”[9] Bu ayet, Hz. Peygamber’in, aynı zamanda amcasına karşı duyduğu sevgiyi de ifade etmektedir. Bu nedenle realitede olanı anlamadan ve varlığını kabul etmeden idealde ve uzakta olanı anlamamız ve ona ulaşmamız mümkün gözükmemektedir. İnsanları çelişkiye ve çatışmaya sürükleyen de bu gerçeğin iyi anlaşılmamış olmasıdır.
Bunun için insanı tanımak ve layık olduğu yere oturtmak gerekir. İnsan, ne bir melek ne de bir şeytandır. Her nedense sevdiğimiz insanları oldukları gibi değil de olmaları gerektiği gibi düşünür ve onları zihin planında adeta melekleştiririz. Sevmediğimiz insanları da şeytanlaştırırız. Bu, insana özgü bir özelliktir. Zira insan, iyilikle kötülük, günahla sevap, aydınlıkla karanlık, imanla imansızlık, ümitle korku arasında zikzaklar çizerek yaşan bir varlıktır. Tövbe ve af kapısı bunun için vardır ve daima açıktır. İslâm’ın amacı da insanın, iyiliklerden , güzelliklerden, doğrudan, haktan ve adaletten yanana tavır almasıdır.
İslâm, bir dinin adıdır ve bu da “kurtuluşa ermek, boyun eğmek, teslim olmak; teslim etmek, vermek; barış yapmak” demektir. Bu nedenle Müslümanın barış içinde olması ve bunun için çaba göstermesi gerekmektedir. Bu çabanın adı da cihaddır. Cihad ise “Güç ve gayret sarf etmek, bir işi başarmak için elinden gelen bütün imkânları kullanmaktır”. İslâmî literatürde ise “Dinî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslâm’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadele vermek” şeklindeki genel ve kapsamlı bir anlama sahiptir. Ayrıca bir fıkıh terimi olarak Müslüman olmayanlarla savaşmak, tasavvufta ise nefs-i emmâreyi yenme çabası için olmak anlamlarında da kullanılmaktadır.[10] Dolayısıyla cihad sadece savaştan ibaret değildir. Zira Kur’an’da sadece savaşı ifade eden temel kavram” kıtal”dır. Bu da ferler arasında değil, sosyal gruplar arasında hukuk kurallarına göre yapılan silahlı mücadelenin adıdır. Her durumda fertler arasında yapılan kıtal ise yasaktır, ancak savaş haricinde hukukun belli kurallar ve ilkeler içinde kalarak verdiği kararlar buna dahil değildir.
Bu nedenle cihadın en iyi yolu Kur’an’la cihad etmektir. Bu Hz. Peygamber’e verilen bir emirdir, dolayısıyla bütün Müslümanları da kapsamaktadır. “Kafirler sakın boyun eğme, elindeki Kur’an ile (gerçeği anlatmak için onlara) bütün gücünle çalış/cihad et”[11] ayeti bunu ifade etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber de bu emrin gereğini yerine getirmiş, Kur’an’la cihad etmiş, gerektiğinde de savaşmıştır. Ancak onun bu savaşı, fertlere karşı değil, İslâm’ı engelleyen sosyal ve egemen güçlere karşı olmuştur. Savaş sona erdikten sonra da o, fertlerden affını, merhametini ve şefkatini asla esirgememiştir. Mekke’nin fethinde gösterdiği tavır bunun en güzel örneğidir.
Ne var ki günümüzde şefkat, merhamet ve hoşgörüden uzak kaba ve katı davranışların gittikçe yaygınlaştığı ve bunun da İslâm adına yapıldığı müşahede edilmektedir. Bu durumu bir bilim adamı olarak gözlemleyen Psikiyatrist Kemal Sayar’ ın şu tespiti, önemli bir davranış sorununa işaret etmektedir: “Kaba saba, saldırgan, kavgacı bir dindarlık tarzıyla tanışıyoruz. Din insanı inceltmek ve yüreğine merhamet koymak içindir. Dinin nefsini eğitemediği kişi için din bir oyuncaktır, kendi huzursuzluğunu dış dünyaya yansıtma biçimidir. Bir kişiyi bile ikna edemedikleri gibi binlercesini insanlıktan soğuturlar. ‘Müjdeleyiniz, korkutmayınız’ ilahi hitabını asla dikkate almazlar. Varsa yoksa kendi nefisleri, kendi haklılıklarıdır mesele. Sadece dalaşla var olurlar. Cenab-ı Mevla kalplerine izan ve merhamet koysun, niyazım odur.” Bize gereken de bu duaya amin demek.
Prof. Dr. Celal Kırca
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] Âl-i İmrân, 3/159.
[2] Fussilet,41/34.
[3] Hûd, 11/114.
[4] İsrâ, 17/53.
[5] Tâhâ, 20/43-44.
[6] Tevbe, 9/60.
[7] TDV İslam Ansiklopedisi, İman mad.
[8] Saff,61/2-3.
[9] Kasas, 28/56.
[10] TDV İslam Ansiklopedisi Cihad maddesi.
[11] Furkan,25/52.
Amin