Üzerinde asırlar boyu tefekkür edilen Kur’an, her dönem İslam medeniyetinin en temel gündemini oluşturmuştur. Zira Kur’an asr-ı saadetten günümüze İslam toplumunun kendisinde hayat bulduğu, hafızların zihinlerinde koruduğu, hatta düşünce dünyamızda ilim ile eş anlamda kullanılan yegâne rehber konumundadır.
Güzel sesli bir kâri ayetleri okurken onu dinleyen insan, Kur’an’ın gönle hitap eden engin bir ses olarak indirildiğini düşünür. Bir fakih, ayetler arasında bir hükmü araştırırken bu kitabın bir hukuk metni olduğuna kendisini inandırır. Mütefekkir, aradığı en derin manaları ayet kümeleri içerisinde görünce vahyin herkes tarafından anlaşılamayacak kadar yüce manalar barındırdığını iddia eder. Bir mutasavvıf şu ayetleri okurken kim bilir daha neler hisseder:
“Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fânûs içinde. Fânûs sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile neredeyse aydınlatacak (kadar berrak)tır. Nur üstüne nur. Allah, dilediği kimseyi nuruna iletir.” (Nur, 35) Elimizdeki en eski Kur’an tefsirlerinde bile bu ayet bir mutasavvıf edasıyla tefsir edilmiştir.
Dolayısıyla Kur’an-ı Azim, gerek manasıyla gerekse lafızlarıyla herkesin kendi anlam dünyasına göre istifade ettiği ilahi bir kitaptır.
Kur’an’a 21. yüzyılda Yeniden İman Etmek
Şöyle bir yaklaşım vardır: Acaba Kur’an bu yüzyılda inmiş olsaydı hangi hususları gündemine alır, hangi konularda inananları uyarır, ne tür davranışlarından dolayı inkarcıları eleştirirdi?
Aslında Kur’an indiği dönemin dini ve sosyal hayatına yönelik getirdiği eleştirilerin hepsi yaşadığımız yüzyılda kat kat mevcuttur. Hindistan’da yaklaşık bir milyar insan başta inekler olmak üzere hala yüzlerce çeşit puta tapmakta.
Çin’in Müslümanlara uyguladığı zulüm, Mekkelilerin inananlara yaptığı işkencelerden çok farklı olmasa gerek. Batı’nın mevcut sömürü düzeni, cahiliye döneminde malıyla ve evlatlarıyla övünüp zulmeden Mekke’nin ileri gelenlerinin devletleşmiş hali.
Kapitalizmin ekonomi endeksli asabiyeti, bedevilerin birbirlerini kolladıkları yerel çıkarlarından çok daha tehlikeli durumda. Sadece bir toplumu değil bütün dünyayı tehdit eden ve geçim kaynaklarına göz diken küresel bir asabiyet.
Ahlaki yozlaşmaya baktığımızda ise, Allah’ın gazabına neden olan Lut kavminin işlediği günahların devlet eliyle meşrulaştırıldığı bir dünyaya giriyoruz. Yani Kur’an bu güne mercek tutsa belki 600 sahife değil çok daha fazla bir ebatla tüm bu meseleler incelenecekti.
Ancak bilindiği üzere ilahi bir kelam olan Kur’an’ın her asra hitap eden “üst bir dili” vardır. Bir konuyla alakalı mesaj verirken tarafların isimlerini kullanmayıp meseleye davranış odaklı bakar. Çünkü muhatap aldığı davranış, insanoğlunun daima sergileme potansiyeline sahip olduğu “doğal” bir eylemdir. Ayetler üst bir dil kullanarak oradaki geçici şahsa değil evrensel davranışa odaklanır. Dolayısıyla kullanılan dil ve tasvir, yerel unsurlar ihtiva etse de ayetler tarihsel kişilere değil beşerin davranış eğilimine yönelik evrensel çözümler getirir.
Ayetlerin Lafzı İlahidir, Hadis-i Kutsi Muamelesi Yapılamaz
Geleneğimizde Hazreti Peygamber’in Allah Teâlâ’dan rivayetle ifade buyurduğu hadislere “Kudsi Hadis” denmektedir. Dolayısıyla bu aralar gündemde olduğu üzere ayetlerin manasının Allah’a, lafızlarının ise Peygamber’e ait olduğunu söylemek, Allah’ın ayetlerini hadis-i kutsi seviyesine indirgemek demektir.
Halbuki Kur’an’ın kullandığı dil ve bu dildeki belagat, ayetlerin lafızlarının da ilahi bir niteliğinin olduğunu gösterir. Bu husus hadislerle Kur’an ayetleri arasındaki ayrımda açıkça anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber’in hadisleri ile kendisine indirilen ayetler gerek üslup gerekse içerik yönüyle tamamen birbirinden ayrılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber bir dönem hadislerin yazılmasını engellerken Kur’an ayetlerinin yazımında çok hassas davranmakta, bir kelamın bile yanlış olmamasına azami dikkat etmektedir. Vahiy katipleri yazdıkları ayetleri bir bir Resullullah’a (sav) okumakta, böylece lafzen de olsa en ufak bir şüpheye mahal bırakmamaktadır.
Hz. Peygamber’in üzerinde böylesine hassas bir şekilde durduğu Kur’an lafızlarının, mana itibariyle ilahi, lafız itibariyle beşeri bir kelam olduğunu söylemek, her şeyden önce Hz. Peygamber’in bu konudaki endişesini hafife almak demektir. Sahabenin, tabiinin ve mezhep imamlarının Kur’an’ı yorumlarken lafızlara olan yaklaşımlarının sorunlu olduğunu ifade etmektir. Yine bu çarpık yaklaşım, lafızlardan hareketle oluşmuş İslam hukukunun temelsiz ve mesnetsiz olduğu iddiasını da içinde barındırmaktadır.
Dolayısıyla Kur’an’daki yerel ifadeleri tefsir ederken fikri derinliğin el vermediği noktada bu lafızların beşeri olduğunu savunmak daha büyük yıkımlara sebebiyet vermektedir. Bu anlayışın (kaş yapayım derken) hangi temel hususları görmezden geldiği farkedilmeli, Müslümanların gündemleri bu gibi konularla daha fazla meşgul edilmemelidir.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi