Kur’an’a yolculuk; anlamak için hayat boyu ona yönelme, ondan bilgi elde etme ve elde ettiği bilgiler doğrultusunda yaşama çabası içinde olmaktır. Kur’an bu yolculuğu, “Sırat-ı müştekim/doğru yolda olma” olarak açıklar ve bizden de “Kendilerine gösterdiğin doğru yolda giden kimseler gibi, bize de o doğru yolda gitmeyi nasip eyle”[1]talebinde ve eyleminde bulunmamızı ister. “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun.(Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. Sakınmanız için Allah size bunları bildiriyor.”[2] sözü ile de bize, bu doğru yolun ne olduğunu gösterir ve bu doğru yolu bilmeyenlerin peşinden gidilmemesi uyarısında bulunur[3].
“Neden Kur’an’a yolculuk?” sorunun cevabı ise, insanın fıtrî yapısında mevcuttur. Zira insanın fıtrî yapısı bilinmeden, “Neden Kur’an’a yolculuk?” sorusuna verilecek cevap eksik kalacak ve tatmin edici olmaktan da uzak olacaktır. Nitekim Sokrat’ın, “Kendini bil”, Hz. Ali’ye ait olduğu söylenen “Kendini bilen Rabbini bilir” ve Yunus Emre’nin, “Kendini bilmek” sözleri, bu gerçeği ifade etmek için söylenmiş sözlerdir.
Bilindiği gibi insan, fıtrî yapısı itibariyle düalist/ikili bir yapıya sahiptir. Bir yanda akıl, vicdan, irade ve olumlu duygulara; diğer yanda ise olumsuz duygulara, Kur’an’ın ifadesiyle kötülüğü emreden bir nefse[4] sahiptir. Bu fıtrî yapıyı Psikoloji, içgüdü, duygular, yeti ve kabiliyet gibi kavramlarla ifade etmekte; insanı motive eden ve eylemlere sevk eden etkenler olarak tanımlamaktadır.
Böyle bir fıtrî yapıya sahip olan insan; olumlu ya da olumsuz duygularından hangisi daha etkin ve baskın olursa, onun tesiri altında kalmakta ve o istikamette davranışlarda bulunmaktadır. Fıtrî yapısından kaynaklanan bu psikolojik etkenleri insan; şayet aklı, iradesi ve vicdanı ile kontrol etmez, ya da edemez ise; baskın duygularının etkisinde kalmakta, arzu edilmeyen olumsuz davranışlarda bulunabilmektedir. Trafikte kaza yapmamak için trafik kuralları nasıl gerekli ise, insanın da duygularını kontrol etmesi için, kurallara ve ilkelere ihtiyacı vardır. Zira kontrolsüz duygu yıkıcı olmakta, hem bireye, hem de topluma zarar verebilmektedir. Bu nedenledir ki Allah; duygularını, Kur’an ifadesiyle nefsini kontrol edebilmesi için insanı akıl, irade ve vicdan gibi yetilerle donatmış ve ona rehberlik edecek ilke ve kuralları ihtiva eden kitap göndermiştir.
Yüce Allah, Rum suresinin 30. ayetinde dinden ve insanın fıtri yapısından söz ederek bu yapının “sağlam bir din” olduğunu ifade etmektedir. Bakara suresinin 286. ayetinde ise Hz. Peygamber’in ve mü’minlerin indirilenlere inandıkları anlatılmaktadır. Bu iki ayetten biri fıtrî, diğeri münzel olan iki dinden söz edildiğini anlıyoruz. Fıtrî dinden maksat insanda var edilen inanma yetisi, münzel din ise vahiy yoluyla gönderilen ve inanılması istenen ilke ve kurallardır . Bu fıtrî yapısı nedeniyledir ki insan, hem inanmaya ve hem de rehberliğe ihtiyaç duyar. Zira insan dünyaya geldiğinde bütün organları tam olarak çalıştığı, beyninin ise tam çalışmadığı, zamanla ve dış dünya ile temas edip de kendisine yeterli bilgi ulaştıkça daha verimli çalışmaya başladığı görülmektedir. Beyne ulaşan bilgiler ise, biri insanlar tarafından üretilen, diğeri de Allah tarafından verilen bilgilerdir. Dolayısıyla beyne ulaşan bilgiler, akıl tarafından işlevsel hale getirilir.
Akıl, “Düşünme, anlama ve kavrama gücü”[5] olarak tanımlanır. “Kur’ân-ı Kerîm’e göre akıl, insanı insan yapan, onun her türlü aksiyonlarına anlam kazandıran ve ilâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan yetinin adıdır. Kur’an’da akıl kelimesi biri geçmiş, diğerleri geniş zaman kipinde olmak üzere kırk dokuz yerde fiil şeklinde geçmektedir. Bu âyetlerde genellikle “akletme”nin yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur. Kur’an terminolojisinde akıl “bilgi edinmeye yarayan bir güç” ve “bu güç ile elde edilen bilgi” şeklinde tarif edilmiştir.[6]
Kur’ân-ı Kerîm, “ancak bilenlerin akledebileceğini” söyler.[7] Bu gücü ve bu bilgiyi iyi kullanmadıkları için kâfirleri, “…Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akletmezler”[8] diyerek yermiş, “O, aklını kullanmayanlara kötü bir azap verir”[9] âyetiyle de insanı uyarmış ve aklını kullanan insanın cehennem azabından kurtulacağını[10] belirtmiştir. Birçok âyette akıl sayesinde kazanılan bilginin, yine bu gücün kontrolünde kullanılması gerektiği, bunu yapmayanların sorumlu tutulacağı da sık sık ifade edilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, eşyadaki nizamı anlama gücüne sahip olan akla, aynı zamanda ilâhî hakikatleri sezme, anlama ve onların üzerinde düşünüp yorum yapma görev ve yetkisi de verilmiştir. Nitekim, “Allah âyetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır”[11] âyetiyle aklın bu fonksiyonuna işaret edilmiştir. Kur’an’da akılla aynı anlama gelmese bile ona yakın bir mâna ifade eden kalb (çoğulu kulûb), fuâd (çoğulu ef’ide) ve elbâb (tekili lüb, Kur’an’da geçmez) kelimelerinin kullanıldığı dikkati çekmektedir. “Sezme, anlama ve bir şeyin mahiyetini kavrama gücü” anlamına gelen bu kelimeler, daha çok insanın derunî, vicdanî âlemine ve gönül dünyasına hitap etmektedir[12].
Bu ansiklopedik bilgiden de anlıyoruz ki akıl, bilgi olmadıkça fonksiyonel olamamakta, işlevsel olabilmesi için mutlaka bilgiye ihtiyaç duymaktadır. Tıpkı bir arabanın çalışabilmesi için nasıl yakıta ihtiyacı varsa; aklın da fonksiyonel olabilmesi için bilgiye ihtiyaç vardır. Nitekim bir çok insanın, zaman zaman “Evvelki aklım olsaydı şunları yapmazdım” dediğine çoğu kere şahit olmuşuzdur. Bu söz bize, o kişinin eskiden başka bir aklı, şimdi ise başka bir aklının olduğunu ifade etmiyor; bilakis o kişi bu sözüyle bize, ”Şu anda sahip olduğum bilgiye eskiden sahip olsaydım, eskiden yaptığım o şeyleri asla yapmazdım” demek istiyor. Fıtrî bir yeti olarak akıl değişmiyor, ama akla ulaştırılan bilgilerde değişim oluyor. Bundan dolayıdır ki Yüce Yaratıcı, insanın beş duyu organını, aklın ihtiyaç duyduğu bilgileri temin etmekle görevlendirmiş bulunuyor. Nitekim okuma, dinleme, tatma, dokunma ve koklama yoluyla elde edilen bilgiler, beyne ulaşıyor; akıl da beyne ulaşan bu bilgileri tasnif ve organize ediyor ve bu bilgilerden düşünce üretiyor.
Akıl, beyne hangi bilgiler ulaşmışsa onun üzerinde işlevsel olduğu için, bilginin niteliği de ayrıca önem arz eder. Çünkü akıl, daha önce belirttiğimiz gibi düşünme, anlama ve kavrama gücünü temsil ediyor. Ancak aklın doğru ve sağlıklı bir bilgi organizasyonu yapabilmesi için mantığa ihtiyacı bulunuyor. İnsan, doğru bir mantığa sahipse, bilgi organizasyonu da doğru oluyor ve doğru bilgiler üretebiliyor. Şayet insan, doğru mantığa sahip değilse üretilen bilgiler de yanlış oluyor. Nasıl ki yanlış bir araçla doğru hedefe varmak mümkün değilse, yanlış bir mantıkla da doğru düşünceye ulaşılamıyor.
Elde edilen bilgilerin, işlevsel olabilmesi kısaca hayata geçirilebilmesi için, sadece doğru bir mantıkla üretilmesi de kafi gelmiyor, ayrıca iradenin onayı da gerekiyor. Çünkü “Bir şeyi yapıp yapmamaya karar verme gücü”[13] demek olan irade; yapılması veya yapılmaması aynı derecede eşit olan çeşitli davranışlardan birini beğenip tercih etmekte ve kendisine sunulan bilgilerin eyleme dönüşmesini sağlamaktadır. Zira akılda anlama ve düşünme yeteneği söz konusu iken; iradede seçme, seçilen şeyde ısrarlı ve arzulu olma yeteneği bulunmaktadır. Yani bir şeyi yapıp yapmamanın gerekliliği konusunda hüküm verme, iradenin görevi olmaktadır. Bundan dolayıdır ki iradeli her hareket, şuurlu hareket sayılmaktadır.
Bununla birlikte her hangi bir hatanın olmaması veya hataların asgari düzeyde olabilmesi için, yapılan tercihlerin bir de “vicdan” denilen yetinin onayına sunulması ise en son safhayı teşkil etmektedir. Vicdan, “Kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç”[14] olarak tanımlanmaktadır. Bir başka ifade ile vicdan, Allah’ın içimize yerleştirdiği adalet terazisi olarak bilinmektedir. Bu nedenledir ki yaptığımız kötü şeylerden dolayı vicdanımız sızlamaktadır.
Allah, “Bilmediğin şeyin ardına düşme, doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların her biri ondan sorumludur”[15] buyurarak, bizden bilgiye dayalı bir hayat yaşamamızı istemekte; bilmeden zan ile iş yapmayı kınamakta ve zannın hakikat karşısında hiç bir şey ifade etmediğini ” [16] ve bilenle bilmeyenlerin asla eşit olmadığını, ancak akıl sahiplerinin öğüt alabileceklerini söylemektedir.[17] Nitekim Kur’an’da yer alan Hz. Nuh ile Allah arasında geçen şu mükaleme, bilginin önemini ve değerini göstermesi açısından çok dikkat çekici bir nitelik arz etmektedir.
Hz. Nuh, oğlu boğulup ölünce Allah’a yaptığı duada oğlunun da, aileden olduğunu söyleyerek, daha önce ailesini boğulmaktan kurtaracağına dair vadini Allah’a hatırlatır; Allah da ona, oğlunun doğru bir iş yapmadığını, bu nedenle aileden olmadığını söyledikten sonra; “Hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim”[18] demektedir. Bu ayetler, diğer bütün kıssalarda olduğu gibi “Kızım sana söylüyorum gelinim sen işit” dercesine; sadece Hz. Nuh’a değil, aynı zamanda bize bir mesaj niteliği taşımakta ve hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir şeyi Allah’tan istemememiz öğütlenmektedir. Böyle yaptığımız takdir de cahillik yapmış olacağımızı hatırlatmaktadır. Hz. Peygamber de, “Sana müftüler fetva verse de, sen yine de kalbine danış!”[19] diyerek, elde edilen bilginin vicdana onaylatılmasını bizden istemektedir.
İnsan, kategorik olarak iki ana kaynaktan bilgi elde etmektedir. Bunlardan birincisi, kaynağı insan olan ve insanlar tarafından üretilen bilgiler; ikincisi ise kaynağı Allah olan ve “vahy” yoluyla gelen bilgilerdir. Bu nedenle İslam, vahiy dinidir ve mutlak doğruyu ifade eder; insanlar tarafından üretilen bilgiler ise, mutlak doğruyu değil, izafî doğruları temsil eder. Çünkü insanlar külli tutum içinde olamazlar. Sınırlı bir yetiye ve kapasiteye sahiptirler. Olaylara ve olgulara belli açılardan bakarak anlamaya çalışırlar. Bu nedenle bütünlükten ve kuşatıcılıktan yoksundurlar.
Vahye dayalı bilgilerin doğruluğu ise izafî değil, mutlaktır. Çünkü o bilgiler külli bir tutum içinde olan Allah’a aittir. Bu nedenle insan, varlığına mutlak olarak inandığı Allah’ın sözlerine de mutlak olarak inanır. Bu nedenle her mü’min, Kur’an’da yer alan bilgileri, mutlak doğru olarak kabul ve tasdik eder. Bunun adına da “iman” denilmektedir.
Kur’an’ın iki ana misyonu vardır: Bu iki ana misyondan birincisi, inanç objesi oluşu; ikincisi ise bilgi objesi oluşudur. Kur’an’ın diğer kitaplardan farkı da onun hem iman, hem de bir bilgi objesi oluşudur. İnsan ürünü olan kitaplarda yer alan bilgiler iman objesi değil, sadece bilgi objesidirler. Bu nedenledir ki Kur’an’da yer alan bilgiler mutlak doğruyu temsil etse de; açıklaması ve yorumu beşere ait olduğu için izafi doğruyu ifade eder. Bundan dolayı da Kur’an’ın yorumu, iman objesi olamaz.
Kur’an’ın inanç objesi oluşu, insanın onu kabul edip etmemesi veya ona inanıp inanmaması ile alakalıdır. İnsan, ona inanıp inanmamada tamamen hürdür, isterse ona inanır, isterse ise inanmaz.[20] Bu nedenledir ki Kuran, Hz. Peygamberin ve mü’minlerin “tenzil”e imanından söz eder ve iman objesi olarak tenzili gösterir. “Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene inandı, müminler de (inandı)”[21] ayeti, bunu ifade eder. Bu ayetin mefhumu muhalifinden anlıyoruz ki, kaynağı vahye dayanmayan hiçbir kitap -bilgi objesi olsa da- iman objesi değildir. İman objesi olan tek kitap vahye dayalı olanlardır. Bu nedenle kitaplara iman, imanın altı şartından biridir. Bu kitapların sonuncusu ise, geçmiş kitaplardaki bilgileri ipka/tasdik, ikmal/tashih ve iptal/tekzip eden ve bu misyonuna sahip olan Kur’an’dır. Bir bilgi objesi olarak Kur’an, insan hayatın tümünü hedefler ve hayatın her alanına yönelik bilgiler verir. Bu nedenle inanan insan, hayatını doğru istikamette ve doğru bir biçimde yaşayabilmesi için Kur’an’ın verdiği bilgilere güven duyar. Çünkü kurtuluşunu sağlayan şeyin, bu bilgiler olduğuna inanır ve bilir. Zaten Kur’an’ın ana hedefi ve misyonu da verdiği bilgilerle insanlara kurtuluş yollarını göstermektir. Kur’an’ın önemi ve değeri de bu hedefinden ve misyonundan kaynaklanmaktadır.
Kur’an’ın bilgi objesi oluşu, onun bir hayat kitabı oluşuyla alakalıdır. Nitekim o, hayatın her alanına yönelik bilgileri ve mesajları ihtiva eder. Fakat onun bilgisinden istifade edebilmek için, okunması, anlaşılması ve be bilgilerin eyleme dönüştürülmesi, aktif hale getirilmesi gerekmektedir. Zira o da diğer kitaplar gibi etken değil, edilgendir, aktif değil pasiftir. Onu edilgenlikten kurtarıp etken hale getirmek de, pasif halden kurtarıp aktif hale getirmek de, kendisine inanan insana ait bir sorumluluktur. Bu sorumluluk, Kur’an’ın insan hayatında işlevsel olabilmesinin yeterli şartı olmasa da, asgari şartıdır. Zira insan, okumaya ve anlamaya çalıştığı sürece ondan yararlanabilir. Yoksa yer altı madenleri veya saklı bir hazine gibi kendisini arayıp bulacak kişileri bekler.
Gerçek hayatta Kuran, bir kısım insanlarca inanılan, fakat bilgisine başvurulmayan bir kitaptır. Bir kısım insanlarca da inanılmayan, fakat kendisinden bilgi elde edilmeye çalışılan bir kitaptır. Müsteşrikler bu kısma dahildir. Az da olsa bazı kimseler tarafından Kuran; hem bir inanç objesi, hem de bir bilgi objesi olarak ele alınmakta ve anlaşılmaya çalışılmaktadır. Din adamları da bu grubu temsil ederler. Oysa inanan her insan, Kur’an’ı bir bilgi objesi olarak görmek, ona gitmek ve onu anlayarak okumak zorundadır. Bu inanan her insanın en temel görevidir.
Bu nedenle Kur’an’a yolcuk, bir bilgi objesi olarak onu anlamak, onun bilgisine değer vermek, acı -tatlı, iyi- kökü, doğru- yanlış, güzel-çirkin her çeşit olay karşında yapacağımız tercihlerde onun bilgilerini, ilkelerini ve kurallarını öncelemek; bu bilgi, kural ve ilkelerle yaşadıklarımız arasında bir ilişki kurmak ve her davranışımızda onun bilgisine müracaat etmek demektir. Kur’an’ı hayatın içinde yaşamak ise Kur’anî bilgileri, hayatın içinde anlamlandırmak, her şeye bir açıdan değil, her şeye belli açılardan bakabilmektir ve Kur’anî bilgileri, doğru yerde ve doğru biçimde kullanabilmektir. Çünkü her insan, doğru, güzel ve dengeli bir hayat için kendisine yol gösterecek ve kılavuzluk edecek doğru bilgilere, kurallara ve ilkelere veya kendisinin örnek alacağı yaşanmış bazı hayat hikayelerine ihtiyaç duyar. Bu ihtiyacını da, şayet inanıyorsa Kur’anî bilgilerden karşılar. Bu nedenledir ki Kuran, kendisinin genel anlamda insanlar[22] özel anlamda ise inananlar ve muttakiler[23] için bir “hidayet” kitabı olduğunu beyan eder.
Allah’ın insana olan hidayeti, üç aşamalıdır ve birbirine de bağımlı süreçleri ihtiva eder. Zira bunlardan biri olmadan diğeri olmamaktadır. Hidayetin ilk basamağı, Allah’ın insanda doğuştan var ettiği duygu, akıl ve irade gibi fıtrî yetilerdir. Bu anlamda Allah’ın hidayeti, bütün insanlaradır. İnsanlar da bu fıtrî yetileri sayesinde, eylemlerde bulunurlar. “Herkes kendi yaradılışına uygun şekilde hareket eder”[24] ve “Herkese yaradılışına uygun işler kolaylaştırılmıştır”.[25] “Sizin işleriniz çeşit çeşittir. Kim fakirlere verir, günahlardan korunursa ve en güzeli de doğrularsa, ona en kolay ve en rahat şeylerin yolunu kolaylaştırırız. Fakat kim de cimrilik eder, kendini zengin görüp Allah’a tenezzül etmez ise ve en güzeli de yalanlarsa, ona en güç şeylerin yolunu kolaylaştırırız”[26] bilgileri, bize bunu ifade etmektedir.
Hidayetin ikinci merhalesi, Allah’ın peygamberler vasıtasıyla insanlara kitaplar göndermesidir. Bir başka ifade ile Allah’ın bu dünya hayatında insanı yalnız bırakmaması, ona yol gösterecek ve kılavuzluk edecek bilgiler vermesidir.
Hidâyetin üçüncü merhalesi ise, Allah’a ve onun gönderdiği kitaplara inanan insanlara olan lütfudur. Bu hususu Allah, “Kim Allah’a inanırsa, onun kalbine hidâyet eder”[27] ve “İmanları sebebiyle Rableri onları doğru yola eriştirir[28] sözleriyle açıklar.
Prof. Dr. Celal KIRCA
[1] .Fatiha,1/6-7.
[2] . En’am,6/153.
[3] Hûd,11/89.
4.Yusuf,12/53.
[5] TDK. Türkçe Sözlük, Ankara, 2005, s.49.
[6]. Râgıb el-İsfahânî, “akl” mddesi.
[7]. Ankebût 29/43.
[8] .Bakara 2/171.
[9] .Yûnus 10/100.
[10].Mülk 67/10.
[11].Bakara,2/242
[12] Süleyman Hayri Bolay, Akıl, TDV. İslam Ansiklopedisi,.C.2,s.238-39.
[13] TDK, Türkçe Sözlük,s.978.
[14] TDK, Türkçe Sözlük ,s.2092
[15]. İsra,17/36.
[16] .Yunus,10/36
[17] .Zümer,39/9.
[18] .Hûd,11/45-46.
[19] . Ahmet b. Hanbel, Müsnet,1/194.
[20] . Kehf,18/29.
[21] . Bakara,2/286.
[22] . Bakara,2/185.
[23] .Bakara,2/2.
[24] İsra,17/84.
[25] Buharî, Kader, 3.
[26] .Leyl,92/4-10.
[27] .Tegabün,64/11.
[28] . Yunus,10/9.
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…
Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…