Sosyologlar, düşünürler, devletler ve devletin istihbarat birimleri terör kelimesinin bir çok tanımı yapmıştır. Ancak Kuranda yapılan terör tanımı bizim için önemlidir. Böyle bir tanım, kuranda var mıdır diye sorarsanız, şu ayeti kerime bizlere cevap olacak niteliktedir.
وَاِذَا تَوَلّٰى سَعٰى فِي الْاَرْضِ لِيُفْسِدَ ف۪يهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ
“İş başına geçti mi, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için koşar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.” (Bakara 205)
Ayeti kerime’de bozgunculuk yapanları, insanların ürün ve nesline katledenleri, Cenabı hakkın sevmediği açıkça ifade ediliyor. Burada üründen maksat, insanın ürettiği her şeydir. İnsanın emeğinin ve ürettiği her şeyin zayi olmasıdır. Nesilden maksat ise, hiç şüphesiz insanların katledilmesidir. Müfessirlerin çoğuna göre; ayetin başında ki iş başına geçti mi tabiri, münafıklar ve bozgunculuk yapmak isteyen insanlar için kullanılmıştır. Genel manada, toplum içinde fitne çıkararak insanlar arsında korku salmak, terör faaliyetlerinde bulunanların ilk amacıdır. Tabi ki Cenabı hak toplumda bozgunculuk çıkararak, insanları ve mallarını yağmalayan çapulcu takımını (teröristleri) sevmez.
Savaş kabul edilse de edilmese de, insanlar arasında bir realitedir. İslam dini, milletler arası ilişkilerde barışı esas alarak, bozgunculuk ve tahakkümü yasaklamıştır. Kuranı Kerim ayetleri ve peygamberimiz (sav)’in pratikte ki uygulamaları; savaşın verdiği tahribatları en aza indirmek için önlemler ortaya koymuştur. Bura da kesin ve net bir şekilde belirtmemiz gereken bir nokta daha vardır. Savaş kaçınılmaz bir hale geldiğinde, kendi içinde kural ve kaideleri barındırır. Bu kural ve kaidelerin içinde; sivil halka dokunulmaması, hangi din mensubu olursa olsun ibadethanelere sığınan insanların öldürülmemesi, bitki örtülerinin ve evlerin tahrip edilmemesi, İslam’ın savaşma konusunda ortaya koyduğu temel ilkelerdir. Oysa son yüzyılda meydana gelen savaşlar, insanlık onuruna dokunacak şekilde cereyan etmiş ve etmektedir. İnsanoğlunu kullandığı savaş teknolojisi geliştikçe, “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” anlayışı, bütün milletlere hâkim olmuştur. Kimyasal silahlar, atom bombaları, uzun menzilli füzeler derken, insanlık onuru ayaklar altına alınmıştır. İnsanlık, adeta kendi cehennemini kendi hazırlamaktadır.
Kimyasal silahlarla, atom bombalarıyla veya ismini burada anmanın dahi insana zül geldiği silahlarla insanların katledilmesi, hiçbir dini değerle bağdaşmayacağı gibi, insanlık onuruyla da bağdaşmamaktadır.
* ABD’nin 6 ağustos 1945’de Hiroşima’ya, 9 ağustos 1945’de Nagazaki’ye attığı atom bombaları neticesinde 200.000 kişinin katledilmesi,
*1990 larda Avrupa’nın göbeğinde, Srebrenitsa’da yaşanan sivil katliamı,
*1948 yılından bu yana işgalci konumda ki İsrail’in, Filistin’de öldürdüğü kadın ve çocuklar,
*11 Eylül olaylarında ikiz kulelerde ölen insanlar,
*Suriye’de kendi insanını bombalayan Esed,
*Sözüm ona Kürt milliyetçiliği ile yola çıkan PKK’nın Kürtleri katletmesi, insanlık onurunun ayaklar altına alındığı tarihi gerçeklerdir. Bu olayların listesini daha da uzatmak mümkündür. Bu satırları kaleme alırken, Ankara ve İstanbul’da canlı bomba olaylarının meydana gelmesi ise, terör olaylarının ne derece kötü olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Bir çırpıda sayıverdiğimiz bu olayların hepsi, kendi içinde farklı anlam ve desiseler içermektedir. Ancak şurası bir gerçektir ki, çoğunlukla zarar gören hep sivil halk olmaktadır. İşin ilginç yanı ise, ölenlerin geneli Müslümanlardır. Bu katliamlar ister bir grup tarafından, isterse herhangi bir devletin istihbarat birimleri tarafından yapılsın, bunun adı terörizmdir.
Kuran’ın ve hadislerin ortaya koymuş olduğu savaş kriterlerin de; farklı inanç ve görüşlere mensup olmanın, savaş nedeni olmadığı gerçeği vardır. Şu ayeti kerimeler bu gerçeği bizlerin gözleri önüne sermektedir.
فَذَكِّرْ اِنَّمَاۤ اَنْتَ مُذَكِّرٌ ﴿21﴾ لَسْتَ عَلَيْهِمْ بِمُصَيْطِرٍ
“Artık sen öğüt verip hatırlat. Sen yalnızca öğüt verip hatırlatıcısın. Onlara zor ve baskı kullanacak değilsin” (Ğaşiye 88/ 21-22)
Bu ayeti kerimeler ile Cenabı hak bizlere, İslam’ın öğüt verici ve hak yolu hatırlatıcı ilkelerini sunarken, ancak kimsenin üzerinde bir baskı yapılamayacağını da ifade buyuruyor. Ama maalesef günümüzde özellikle gençlerimiz, özgürlük adı altında bazı safsata görüşler ile kandırılıyor. Sosyologlar, özgürlüklerin nerede başladığı nerede bittiği konusunda fikirler ileri sürse de, bu argümanları bize yine kuran ve sünnet sunuyor. Bizim özgürlük adına yapmış olduğumuz şeyler başkalarının özgürlüklerini kısıtlıyorsa, orada özgürlük ve barıştan söz etme imkanı yoktur. Eğer bizim özgürlük adına yapmış olduğumuz şeyler, dünyayı çekilmez bir hale getiriyorsa, insanların yaşam hakkını elinden alıyorsa, orada barış ve özgürlük değil savaş, kargaşa, terör ve fitne vardır.
İslam dininin cihad emirlerinden “savaş ahlakı” kavramını da çıkarmak mümkündür. Müslümanlar için gerektiğin de cihad bir realite ise, bunun detayları bizlere Kuran ve sünnet bağlamında sunulmuştur.
وَقَاتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ الَّذ۪ينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلَا تَعْتَدُوا اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَ
“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda sizde savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez” ( Bakara suresi 2/ 190)
Ayeti Kerime’de geçen ‘Allah yolunda savaşmak’ tabiri, Allahın ismini yüceltmek, dini mübini güçlendirmek için, cihad etmek anlamına gelir. ‘Aşırı gitmeyin’ mealinde ki bölümden ise, müfessirlerin çoğu şunları çıkarmışlardır.
*İslam dini gerektiğinde savunma harbine izin vermiştir.
*İslam dini, gereksiz yere savaş başlatmayı ve kan dökmeyi yasaklamıştır.
*İslam dini savaş esnasında, kadınların, çocukların, yaşlıların öldürülmesini de yasaklamıştır.
*Müslümanlar, anlaşma yapılmış toplumlara karşı saldırmaktan ve baskın saldırılar düzenlemekten men edilmiştir.
(Bak: Elmalılı tefsiri Bakara 190)
İslam dinin de yer alan ve gerektiğinde Müslümanların üzerine farz olan cihad kavramının içi, ayet ve hadisler ile doldurulmuştur. Hiç kimse ve hiçbir grup, eline silah alarak ben cihad yapıyorum diyemeyeceği gibi, sivil halkın katledilmesini de, bu kutsal kavramla açıklamaya çalışmamalıdır. İslam dinin de ki cihad, yüce rabbimizin rızasını kazanmak için yapılır. Bunun içinde yukarda saymaya çalıştığımız nedenlerin oluşması gerekmektedir.
‘İslam kılıç zoruyla yayıldı’ ve ya ‘Peygamberde savaşır mı?’ gibi mantıksız bir ikilemin içine girenler ise, İslam’ın evrensel mesajını anlamayan ve ya anlayamayan zavallılardır. Diğer taraftan, ayetlerin sibak ve siyak’ını göz ardı ederek, cihad yaptığını ileri süren terör örgütleri de aynı şekilde İslam’ın evrensel nitelik ve niceliğini anlayamamış insanlar güruhudur. İslam’da ki cihad emri, boş bir kavram olmadığı gibi, zulmün ortadan kaldırıp adaletin tesisi konusunda, hayata geçirilmesi gereken bir olgudur. Cihad kavramı, kesinlikle İslam kılıç zoruyla yayılmıştır manasında kullanılamaz ve kullanılmamalıdır.
İslam dini en son ve en mükemmel din olmasının yanında, aynı zamanda da güzellikler dinidir. İslam tarihinde, dini mübinin kılıç zoruyla değil de, içinde barındırdığı meziyetler sayesinde yayıldığını gösteren yüzlerce örnek vardır. Savaşmanın kaçınılmaz olduğu durumlarda, harbe dilerek girilen yerlerde insanların dini inanışlarında özgür bırakılması, İslam dininin hızlı bir şekilde yayılmasında birinci etken olmuştur.
Bu konuya asrı saadet döneminden bir örnek vermek yerinde olacaktır. Hudeybiye barışından sonra, İslam devletinin güney sınırları garantiye alınmış oldu. Ancak kuzeyde yaşayan Hayber Yahudileri, Müslümanlar için tehlike ve tehdit olmaya devam ediyordu. Hayber’de güçlü kaleler içinde yaşayan Yahudiler, Medine’de yaşayan Yahudiler gibi Müslümanlara oyun oynayabilirler, Peygamberimizi arkadan vurma cihetine gidebilirlerdi. Bunu çok iyi bilen Hz. Muhammed (sav) bir plan dahilin de ve istihbarata önem vererek Hayber kalesinin önüne kadar vardı. Sabahleyin İslam ordusunu karşılarında gören Yahudiler şaşırmışlardı. Savaşın teferruatına girmeden sonucuna bakalım. Hayber düşmüş, İslam devletinin topraklarına katılmıştı. Peygamberimiz (sav) ile anlaşan Yahudiler, vergi olarak gelirlerinin yarısını Medine İslam devletine vermeyi kabul ettiler.
Şüphesiz İslam ordusunun Hayber’in üzerine yürüme nedeni; Medine İslam devletinin kuzey sınırından güvenliğini sağlamak için olmuştur. Bu askeri sefer, İki Cihan güneşinin komutasın da cihad ruhuyla gerçekleşmiştir. Ancak Hz. Muhammed (sav) başarılı olan bu askeri seferin neticesinde, baskı yaparak kimseyi İslam’a girmeleri konusunda zorlamamıştır. Hayber toprakları İslam devletine katılarak, orada bulunan insanlar vergiye bağlanmıştır. Daha sonra dört halife döneminde yapılan fetihlerde de aynı strateji izlenmiş, insanlar sosyal yaşantılarında özgür bırakılmışlardır.
Eğer İslam kılıç zoruyla yayılmış ve ya bu düşünceyi desteklemiş olsaydı, Hayber’in fethinde, Peygamber (sav) insanları İslam’a girmeleri için zorlar kabul etmeyenleri ise öldürürdü. Burada şunu açık ve net bir şekilde belirtmemiz gerekir ki, Cihad gerektiğinde nasıl farz ise, İslam’ın sınırlarını çizdiği savaş hukukuna riayette farzdır.
Bu gün kendilerine “İslami cihad örgütü” ismini verip faaliyet gösteren gruplar, ayet ve hadisleri bağlamından koparıp içini kendi nefsani duygularınla doldurmaya çalışanlar, İslam’a ve Müslümanlara ihanet etmektedirler. Cihad yapıyoruz diyerek masum insanların katledilmesi, kabul edilemez bir vahşettir. Böyle insanlık dışı eylemlerin yapılırken, ‘Alahü Ekber’ ve ya ‘Besmele’ çekilerek yapılması, İslami açıdan bu olaylara meşruiyet kazandırmayacaktır. Bu tür eylemler kimden gelirse gelsin, sivillerin öldürüldüğü bütün olaylar terör olayıdır. Meşru bir hükümete ve ya devlete baş kaldırıp güvenlik güçlerinin öldürülmesi terör olayıdır. İslami cihad adı altında faaliyet gösteren terör örgütlerinin, sivilleri öldürerek “onlarda bizim sivillerimizi öldürüyorlar” açıklamasının ardına sığınmaları, illegal olarak yaptıkları terör faaliyetlerini, legal hale getirmemektedir.
Zulüm ile abad olunamayacağı gerçeği unutulmamalıdır. İnsanların hunharca katledilerek medeniyet kurulamayacağını, her din mensubunun bilmesi ve ya öğrenmesi gerekir. İslam medeniyeti, insanları katlederek ve toplu kıyımlar yaparak yükselmemiştir. Tam tersi Kuran ve sünnet referanslı İslam medeniyeti, barışçı ilkeleri ve sevgi dolu meziyetleri sayesinde yükselmiştir. Ancak günümüzde cihad adı altında gerçekleşen terör olayları, İslam dinine ve Müslümanlara kara leke olarak yapışmakta veya yapıştırılmaktadır. Bu terör olaylarını yapanlar, gerçekten İslam’a hizmet maksadıyla yapıyorlarsa, cihad ruhunu oluşturan ayet ve hadislerin içeriğine tekrar dönüp bakmalı oturup düşünmelidirler. Yok eğer bu faaliyetler provokasyon amaçlı yapılıyorsa, İslamiyet’e gönül vermiş olan insanların, bu olaylar karşısında uyanık olması gerekmektedir.
Şu ayeti kerime, İslam dininin her daim barış tarafında olduğunu bizlerin gözleri önüne sermektedir.
وَاِنْ جَنَحُوا لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَهَا وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ
“Eğer onlar barıştan yana olursa, sende barıştan yana ol. Ve Allaha güven. Çünkü işiten ve bilen odur” (Enfal suresi 8/61)
İslam dininin savaştan maksadı, zulmü ortadan kaldırarak adaleti tesis etmek içindir. Zulmün ve saldırı ihtimalinin ortadan kalkması, barışı gerekli kılmaktadır. Muhammed suresinin otuz beşinci ayetinde yer alan “ Siz üstün durumdayken barışa gevşeklik göstermeyin” emri, enfal suresinin altmış birinci ayeti kesinlikle çatışmaz ve bir ayet diğerini neshetmez. Bu ayetler yaşanılan durum ve şartlara göre, nasıl davranılacağı konusunda Müslümanlara açık kapı bırakmıştır. Ayetlerin tefsiri konusunda birinci kaynak hadisler olduğundan, peygamber (sav)’in hayatı bizlere bu konuda yeteri kadar veri sunmaktadır. Konunun anlaşılması bakımından, hicretten sonra peygamberimiz (sav)’in imza koyduğu barış anlaşmalarını hatırlamaya çalışalım.
1-Peygamberimiz (sav) Medine’ye hicretiyle, orada bulunan Yahudi gruplarla vatandaşlık anlaşması yapmıştır.
2-Medine döneminde, kronolojik sıraya göre, önemli diyebileceğimiz ikinci anlaşma Necran Hıristiyanlarıyla yapılan barış anlaşmasıdır.
3-Peygamberimiz (sav)’in imza koyduğu anlaşmalardan bir tanesi de, Mekke müşrikleriyle yapılan Hudeybiye anlaşmasıdır. Hz. Muhammed (sav), Kureyşe bağlı Huza kabilesinin anlaşmayı bozan terör faaliyetlerine kadar, bu sözleşmeye sadık kalmıştır.
Hudeybiye anlaşmasının maddelerine baktığımızda, Müslümanlar için ağır hükümler içerdiğini görmekteyiz. Hatta bu anlaşmadan sonra sahabe-i kiram efendilerimizin moralleri de bozulmuştur. Müslümanlar Kabe’yi tavaf edememenin üzüntüsü ve moral bozukluğu içinde Medine’ye dönerken, fetih suresi nazil olması ilginç nüanslar içermektedir. Evet, fetih suresi bir savaştan ve ya çarpışmadan sonra inmemiş, Hudeybiye anlaşmasından sonra nazil olmuştur. Buradan da açık ve net bir şekilde anlayabiliriz ki, İslam peygamberi savaşmayı değil, gönüllerin fethi için çaba sarf etmiştir.
4- Medine devletinin ordusu Hayberi fethettiğinde, orada ki Yahudiler ile de anlaşma yapılmış, Yahudilerin vergi taahhüdünde bulunmaları neticesinde Hayber, Medine devletine iltihak etmiştir.
Peygamberimiz (sav)’in hayata geçirmiş olduğu bu barış anlaşmaları, savaş ve barış konusunda bizlere temel prensipleri sunmaktadır. Kuranı kerim’de;
لَا يَنْهٰيكُمُ اللّٰهُ عَنِ الَّذ۪ينَ لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ فِي الدّ۪ينِ وَلَمْ يُخْرِجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ اَنْ تَبَرُّوهُمْ وَتُقْسِطُوۤا اِلَيْهِمْ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُقْسِط۪ينَ
“Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizleri yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Çünkü Allah adaletli davrananları sever” (Mümtahine 60/ 8) Ayeti celilesi, cihad emrinin subjektif değerler taşımadığını bizlere göstermektedir. Bu ayeti kerime, tarafların uluslar arası ilişkilerde iyi niyetli olunduğu taktirde, ortak bir konsensüs bulunabileceğine de işaret etmektedir. Ülkelerin birbirleriyle olan ilişkilerinde diyalog kapılarını kapatmamaları, adalet çizgisinde buluştukları takdirde savaşa ve çatışmaya gerek kalmayacağı da, bu ayet den çıkaracağımız önemli sonuçlardan biridir.
Peygamberimiz (sav)’in hayatında, savaştan hemen önce dahi, karşı tarafa ‘savaşmayalım, barışalım’ teklifini gönderdiğini biliyoruz. Bedir savaşı başlamadan önce bile, İslam ordusu tarafından müşriklere barış teklifi götürülmüş, ama bu teklif Mekke ordusu tarafında kabul görmemiştir.
Buraya kadar sunduğumuz ayetler ve Peygamberimiz (sav)’in mübarek hayatından sunduğumuz kesitlerinden, şu sonuçları çıkarabiliriz.
1-Cihad kararını meşru otorite verebilir. Bir şahıs ve ya bir gurup çıkarak, kendi menfaatlerini ön planda tutup cihad çağrısı yapamaz.
2-İslam barış ve güzellikler dinidir. İslam savaşı değil, barışı emretmiştir.Savaş kaçınılmaz olduğu taktir de ise savunma amaçlı harp yapılabileceği gibi, ülke sınırlarının korunması amacıyla diğer ülkelere askeri seferler de düzenlenebilir.
4-İslam dini, savaş esnasında sivillere dokunulmaması, yağma yapılmaması gibi çeşitli ilkeler ortaya koymuştur. Bu ilkeler, işin olmazsa olmazıdır. Savaş kaçınılmaz olduğu taktirde, Kuranın koymuş olduğu “Savaş ahlakını” Müslümanlar gözetmek ve uygulamak zorundadırlar.
5-Sınırların korunması, kendi halkının güvenliği, başka ülkelerde ki insanlara birileri tarafından zulüm edilip, diyalog kapıları kapandığı taktirde, adaletin tesisi için askeri sefere gidilebilir. Ancak böyle bir durumda dahi, karşı tarafın barış istemesi halinde, Müslümanlar barışın tarafında olmalıdırlar. İnsanların can güvenliğinin teminat altına alınması amacıyla, orada bulunan otoritenin vergiye bağlanması ise, İslam’ın hayata geçirdiği savaş ve barış kriterlerine ters düşmemektedir.
Kuranı Kerim, savaş ve barış kavramlarını ele alırken rasyonel bir yaklaşım sergilemiştir. Dolayısıyla da İslam, savaş ve barış konusunda temel prensipleri ortaya koymuştur. Kuranı Kerim ayetlerinde ve ya Peygamberimiz (sav)’in sünnetin de, Müslümanların üzerine cihad açık ve net bir şekilde farz kılınmıştır. Cihad, gerektiğinde meşru bir otorite tarafından resmi ordusuyla devreye sokulabilecek bir emirdir. Ancak, İŞİD, EL-KAİDE vb terör guruplarının, insanları etkilemek için retorik bir dil kullanarak cihad yaptıklarını öne sürmeleri, Kuran ve sünnet perspektifinden baktığımızda yanlış bir tutumdur. Bu örnekleri somutlaştırmamız gerekirse, Afganistan’ın Rus işgaline karşı ABD tarafından kurulan El-Kaide’yi ele alalım. Zamanında Amerika tarafından Kurulan El-Kaide örgütü, Amerika’da terör faaliyetlerine girişince dünyanın seyri değişivermiştir. Dün Afganistan’da mücahit gurup olarak desteklenen örgüt, bu gün silahlar Amerika’ya yönelince, terör örgütü olarak kabul edilivermiştir. İşid terör örgütü ise, el-kaide örgütünden ayrılmıştır. Bu örgüt el-kaide’nin orta doğu versiyonu olarak da kabul edilmektedir. Avrupa ülkeleri ve Amerika, İşid’in bir terör örgütü olduğunu kabul etmektedirler. Doğrusuda budur. Ancak, bu terör örgütü gökten zembille inmemiştir. İşin ilginç yanı ise, görünürde terör örgütü olarak nitelendirdikleri bu örgütten, birçok ülkenin petrol almasıdır. Şurası bir gerçektir ki, dünyada ve özellikle orta doğuda hiçbir şey göründüğü gibi değildir.
Bura da yeri gelmişken şu sorunun cevabını da vermeye çalışalım. İslam dini cihad emrini savunma amaçlı mı, yoksa başka din mensuplarını İslamlaştırmak için mi emretmiştir? Veya her ikisi de söz konusu olabilir mi?
Bu soruların cevabı, kuranı Kerim’in bütünlüğü ele alınarak cevaplanabilir. Şu ayeti kerime çihad kavramının, savunma amaçlı hayata geçirilebileceğinin donelerini bizlere sunmaktadır.
فَاِنِ انْتَهَوْا فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
“Şayet onlar vazgeçerlerse (sizde savaştan vazgeçin). Zira Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur” (Bakara 2/192)
وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّ۪ينُ لِلّٰهِ فَاِنِ انْتَهَوْا فَلَا عُدْوَانَ اِلَّا عَلَى الظَّالِم۪ينَ
“Bu fitne(işkence) ortadan kalkıp din ve itaat yalnız Allaha mahsus olana kadar onlarla savaşın. Eğer inkar ve tecavüzden vazgeçerlerse, bilin ki zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur” (Bakara 2/193)
Bu ayeti kerimelerden iki önemli sonucu çıkarmak mümkündür. Birincisi; karşı taraf savaştan vazgeçer barış isterse, Müslümanlar barış yapmak durumundadırlar. Ancak, barış kırıterleri konusunda anlaşma sağlanması gerekmektedir. İkincisi; herhangi bir coğrafyada zulüm baş gösterdiği taktir de, Müslümanların o bölgeye zulmü ortadan kaldırmak ve adaleti tesis etmek için askeri sefer düzenlemesinden daha doğal bir şey olamaz. Bunun en güzel uygulamasını yine Asrı saadet döneminde bulmaktayız. Hayber’in fethiyle orada hayata geçirilen sistemi daha önce ki sayfalarımızda belirtmiştik. Burada zikredebileceğimiz, bu konuda muşahhas bir örnek verebileceğimiz olaylardan bir tanesi de Tebük seferidir. Tebük seferinden sonra, Bizans’a ait bazı Hıristiyan kavimlerinin vergiye bağlanarak İslam coğrafyasına katılmaları, göz ardı edilmemesi gereken olaylardandır.
Bu konu hakkında ehli sünnet mezheplerinin görüşlerine de bir bakalım. Hanefi mezhebi ve bazı Hanbeli ve Maliki fıkıhçılar, cihad emrinin savunma amaçlı olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Şafi mezhebi ise, başka din mensuplarının da İslamlaştırılması için, cihad yapılabileceği görüşünü desteklemiştir. Bu görüşlerine de tevbe suresinin beşinci ayetini delil olarak göstermişlerdir.
فَاِذَا انْسَلَخَ الْاَشْهُرُ الْحُرُمُ فَاقْتُلُوا الْمُشْرِك۪ينَ حَيْثُ وَجَدْتُمُوهُمْ وَخُذُوهُمْ وَاحْصُرُوهُمْ وَاقْعُدُوا لَهُمْ كُلَّ مَرْصَدٍ فَاِنْ تَابُوا وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ فَخَلُّوا سَب۪يلَهُمْ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
“O halde, haram aylar çıkınca artık öbür müşrikleri nerede bulursanız öldürün. Onları yakalayıp esir edin. Onların geçebileceği bütün geçit başlarını tutun. Eğer tevbe eder,namaz kılar, zekat verilerse onları serbest bırakın.Çünkü Allah gafurdur rahimdir” ( Tevbe suresi 9/5)
Bu görüşte olan İslam fıkıhçılarını eleştirmek ve ya yok saymak haddimiz değildir. Ehli sünnet mezhep görüşlerinin başımızın üstünde yeri vardır. Hangi mevzu olursa olsun, mezheplerin görüşlerinin farklılık göstermesi, ayrılığa değil rahmet ve berekete şamildir. Özellikle cihad konusunda ki bu farklı görüşler, zamanın şartlarına göre değerlendirilmelidir. Zira her olay kendi içinde farklılıklar içerebilmektedir. Özellikle cihat konusunda, zaman, mekan ve günün şarları iyi değerlendirilmeli, eğer adaletin tesisi konusunda bir taktir ortaya çıkarsa cihattan da geri durulmamalıdır. Yine belirtelim ki, cihad emrini verecek olan, resmi hüviyete sahip olan otoritedir. Önüne gelen insan ve ya gruplar, eline silah alarak ben cihad yapıyorum diyemezler.
Şimdi bir an için İslam’ın bize sunmuş olduğu emirlerin, farklı din mensuplarını zorla İslamlaştırmak gibi bir hedefinin olduğunu düşünelim. Böyle bir şeyin günümüzde imkansızlığı, hemen kendini gösterecektir. Zira evrensel niteliklere sahip olan İslam dininin ve Müslümanların, diğer din mensuplarıyla devamlı çatışma ve savaş halinde olması, İslami açıdan da bakıldığında kabul edilebilecek bir durum değildir. Günümüzde teknolojinin de gelişmesiyle, savaş ve çatışmaların bilançosu çok ağır olmaktadır. Hal böyle olunca da savaşlar, toplumlar arasında ki kin ve nefreti körükleyen bir hal almıştır. Asrımızın savaşlarında meydana gelen sivil halkın katledilmesi ise, zaten İslam’ın hoş görmediği bir durumdur. Dolayısıyla da Müslümanların diğer din mensuplarıyla devamlı savaş halinde olması, İslam’a sempati duyulmasının önünde bir engel olduğu gibi, anti pati oluşmasına da sebep olacaktır.
Son asırlarda Müslümanlar dahil olmak üzere bütün insanlık, pozitivizmin tesiri altında kalmış, sekülerizm adeta bir din haline getirilmiştir. Sözüm ona özgürlükler adına savunulan şeyler, insanlığı on beş asır önce yaşanan cahiliye olaylarını aratır konuma sürüklemiştir. Hal böyle olunca da, Kuran ve sünnet ikliminden uzaklaşan Müslümanlar ve insanlık, adeta cahiliye dönemini yaşar hale gelmiştir. Mekke döneminde cihad farz kılınmayıp, insanın kendi nefsiyle olan savaşı ön planda tutulduysa, günümüz Müslüman’ının da sabır ve metanetle olaylara yaklaşması, nefisleriyle olan savaşı güçlendirmeleri gerekmektedir. Bu yüzdendir ki, kendi nefis muhasebesini yapamayan ve her geçen gün dünyevileşmenin girdabında yaşayan Müslümanların, cihad ruhuyla hareket etmesi zaten beklenmemelidir.
Dünya üzerinde şu anda, Müslümanlara karşı ideolojik bir savaş açılmış durumdadır. Batılıları ve özellikle İslam düşmanlarını korkutan en büyük İslami argüman, Müslümanların sahip olduğu veya olabileceği cihad ruhudur. Müslümanların arasındaki cihad ruhunun canlanması demek, İslami gelişmelerin ve Müslümanların önünde durulamaması demektir.
Cihad deyince sadece silahlı mücadele anlaşılmamalıdır. Peygamberimiz (sav)’in hadislerinden öğrendiğimize göre büyük cihad, insanın kendi nefsiyle yapmış olduğu savaştır ki buna “Cihadı Ekber” denir. Allah yolunda silah ile savaşmak cihad statüsünde değerlendirilebileceği gibi, ilim ve irfan sahibi olarak yapılacak tebliğ ve irşat da, cihadın farklı ama önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Kuranı Kerimin ilk emrinin oku olması, ilim öğrenmenin Peygamberimiz (sav)’in hadisleriyle desteklenmesi, ilk olarak yapılacak cihadın, ilim ve irfanla olabileceğinin en açık göstergesidir. Hz. Muhammed(sav)’in; İlim tahsil etmenin, bol ve bereketli yağmurların toprağı canlandırmasına benzeten hadisi şerifini buraya alalım. Kim bilir belki de, kültür emperyalizmine maruz kalan İslam alem inin, sözü edilen bol ve bereketli yağmurlara her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardır. Şöyle buyuruyor Peygamberimiz (sav):
“Allah’ın benimle göndermiş olduğu hidâyet ve ilim, yeryüzüne yağan bol yağmura benzer. Yağmurun yağdığı yerin bir bölümü verimli bir topraktır: Yağmur suyunu emer, bol çayır ve ot bitirir. Bir kısmı da suyu emmeyip üstünde tutan çorak bir yerdir. Allah burada biriken sudan insanları faydalandırır. Hem kendileri içer, hem de hayvanlarını sular ve ziraatlarını o su sayesinde yaparlar. Yağmurun yağdığı bir yer daha vardır ki, düz ve hiçbir bitki bitmeyen kaypak ve kaygan arazidir. Ne su tutar, ne de ot bitirir. İşte bu, Allah’ın dininde anlayışlı olan ve Allah’ın benimle gönderdiği hidâyet ve ilim kendisine fayda veren, onu hem öğrenen hem öğreten kimseyle, buna başını kaldırıp kulak vermeyen, Allah’ın benimle gönderdiği hidâyeti kabul etmeyen kimsenin benzeridir.” (Buhârî, İlim 20; Müslim, Fezâil 15.)
ŞABAN DOĞAN
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-