Muhtevasında beşeri herhangi bir müdahale bulunmayan Kur’ân’ın, önceki kitaplar üzerinde (gözetici) müheymin olması onun evrenselliğinin bir gereğidir. Mezkur kitaplara sonradan eklenen ya da başlangıçta onların muhtevasında olduğu halde sonradan değiştirilen, dolayısıyla vahiyle ilgisi olmadığı halde kutsal kitaplarda yer alan pek çok şeyin doğrusu Kur’ân tarafından açıklanmaktadır. Zaten onun gözeticiliğinden kast edilen de budur. Kur’ân’ın ayırt edici ve önemli bir özelliğini teşkil eden bu ilke aşağıdaki âyette de dile getirilmektedir:
(Ey Muhammed!) Sana da o Kitabı (Kur’ân’ı) hak, önündeki kitapları doğrulayıcı ve onları gözetici olarak indirdik… Mâide, 5/48.
Bu âyet-i kerime önceki kitapların varlığına rağmen Kur’ân’ın gönderilmesini sanki ezelde takdir edilmiş bir vaat ve âdeta bir müjde olarak sunmaktadır. Bundan da en çok önceki kitapların müntesiplerinin sevinmesi gerekir. Çünkü daha önce de ifade ettiğimiz üzere Kur’ân-ı Kerim onların bu konuda bir beklenti içerisinde olduklarını belirtmektedir.[1]Yukarıda zikrettiğimiz âyetle ilgili olarak burada üzerinde duracağımız asıl konu; Kur’ân’ın önceki kitaplar üzerinde nasıl bir gözeticilik yaptığı ve bunun da hangi yönlerden gerçekleştiğidir. Aslında Kur’ân, sadece önceki kitaplar üzerinde gözeticilik yapmakla kalmamakta aynı zamanda o, mezkur kitaplara inanan ve hatta inanmayan insanların başka kaynaklardan edindikleri yanlış inançların doğrularını da ortaya koymaktadır. Bu bağlamda üzerinde en çok durulan konu; “Allâh’ın varlığı ve birliği” ilkesidir.
Kur’ân-ı Kerim, önceki kitaplarda yer alan Allâh tasavvurunu tevhid akidesi açısından temel bir sorun olarak takdim etmektedir. Çünkü bu kitaplarda Yüce Allâh için öngörülen hususlar, meselâ; O’nun sadece bir millete olan aidiyeti, çok tanrılı dinlerdeki ilah anlayışını çağrıştırmaktadır. Bu bağlamda Eski Ahit’te yer alan; “İsrâilin tanrısı”[2]şeklindeki ibareler / iddialar Kur’ân tarafından reddedilmekte ve Fâtiha sûresinin daha ilk âyetinde yüce Allâh’ın, sadece bir milletin değil, bütün alemlerin Rabbı olduğu bildirilmektedir.
Diğer taraftan mü’minler nezdinde aşkın bir kabulleniş olarak yer eden Allâh inancı ve O’na duyulan saygı mezkur kitaplardaki tahriflerle basite indirgenmektedir. Bu noktada yüce Allâh’ın zâtıyla bağdaşmayan ve asıl itibariyle insanlara ait bir takım özelliklerin O’na izâfe edildiğini ve böylece O’nun sıradan bir varlık olarak tanımlandığını görmekteyiz. Bu bağlamda Eski Ahit’e göre Cenâb-ı Hakk, bazen yeryüzüne inmekte ve orada karşılaştığı bir insan ile güreş yapabilmektedir. Bu hususla ilgili olan bir pasajda şöyle denilmektedir:
Ve (Yakup) o gece kalktı; iki karısını, iki cariyesini, on bir çocuğunu yanına alıp Yabbok Irmağı’ndan karşıya geçti… Ve Yakup arkada yalnız başına kaldı. Bir adam gün ağarıncaya kadar onunla güreşti. Yakup’u yenemeyeceğini anlayınca onun uyluk kemiğinin başına çarptı… Adam adın ne? Diye sordu, o da: Yakup dedi. Adam, Artık sana Yakup değil, İsrail denecek. Çünkü Allâh ile ve insanlarla güreşip yendin… (Bu olaydan sonra) Yakup, “Allâh ile yüz yüze görüştüm, ama canımı bağışladı” diyerek oraya “peniel” (Allâh’nın yüzü) adını verdi.[3]
Eski Ahit’teki bu ibareler Kur’ân’da temel birer ilke olan şu iki rabbânî gerçekle örtüşmemektedir:
1- Yüce Allâh, bu dünyada kullarından herhangi bir kimseye görünmemiştir. Şu âyet, dile getirdiğimiz bu hususu konu edinmektedir: Gözler O’nu idrak edemez ama O, gözleri idrak eder…[4]
2-Kullarından hiç birisinin Cenâb-ı Hakk’a güç yetirmesi de söz konusu değildir. Bu temel ilke de bir çok âyette; Allâh’ın her şeye gücü yeter![5]şeklindeki ifadelerle sıkça dile getirilmiş ve buna aykırı olarak ileri sürülen iddialar geçersiz kılınmıştır.
“Rab Mûsâ ile iki arkadaş gibi yüz yüze konuşurdu.”[6]“Ama kulum Mûsâ öyle değildir. O bütün evimde sadıktır. O’nunla bilmecelerle değil açıkça yüz yüze konuşurum. O, Rabb’in suretini görüyor…”[7]şeklindeki ibarelerin bulunduğu Eski Ahit’e göre yukarıda hikâyesini anlattığımız Yakub (a.s.)’un yanı sıra Mûsâ (a.s.) da Allâh’ı görmüştür.
Haklarında yapılan yorumlar ne olursa olsun, zikrettiğimiz bu ibarelerin Tevhid Dinî’nin öngördüğü Allâh inancıyla uyuşması, dolayısıyla vahiy olması sözkonusu değildir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, Mûsâ (a.s.)’nın, yüce Allâh’ı görmek yönündeki arzusunun kabul edilmediğini, asıl itibariyle böyle bir ameliyenin de imkânsız olduğunu bildirmektedir:
Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabb’i de ona konuşunca, “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. Allâh da, “Beni (dünyada) kesinlikle göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin” dedi. Rabb’i dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca, “Seni eksikliklerden uzak tutarım Allâh’ım! Sana tevbe ettim. “Ben inanların ilkiyim” dedi.[8]
Hz. Mûsâ’nın kıssasının anlatıldığı bir pasajda geçen bu âyet-i kerime, Yahudilerin, yüce Allâh hakkında öteden beri devam ettirdikleri yanlış inancı ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Zaten bu konuda Eski Ahit’te bulunan bilgiler de gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü insanların, Allâh’ı tasavvur etmeleri de mümkün değildir. Zîrâ O, kullarına görülen bir varlık değildir:
Allâh bir insanla ancak vahiy yoluyla, yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder…[9]
Bütün bu gerçeklere rağmen, Eski Ahit’teki mezkur haberlerden oldukça etkilenen Yahudiler, Allâh’ın görülmesi gereken bir varlık olduğu yönündeki inançlarını tarih boyunca devam ettirmişler veHani siz, “Ey Mûsâ! Biz Allâh’ı açıktan açığa görmedikçe sana asla inanmayız” demiştiniz. Bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı. [10]âyetinde ifade edildiği gibi bu hususu peygamberlerin dâveti karşısında pazarlık konusu bile yapmışlardır.
Yahudilerin taleplerinin aksine Allâh’ın görülemeyeceğini açıkça belirten bu âyet aynı zamanda yukarıda incelediğimiz Eski Ahit haberinin de gerçek olmadığını ihsas etmektedir.
Diğer taraftan Yahudiler, Hz. Peygamberden de benzer taleplerde bulunmuşlar ve onlardan bir grup gelerek kendisine şöyle demiştir: “Ey Muhammed! Rabb’ini bize tarif et. Acaba O, altından mı yoksa gümüşten mi yaratıldı? Yiyip içer mi?”… Yahudilerin bu sözleri üzerine şu âyetler nâzil olmuştur:[11]
De k: “O Allâh’tır, bir tektir.Allâh samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir). O’ndan çocuk olmamıştır. (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır. (Kimsenin çocuğu değildir). Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.”[12]
Bu âyetler gerçek bir Allâh inancının nasıl olması gerektiğini açık ve özlü bir şekilde ortaya koymakta, dolayısıyla aynı konuda önceki kitaplarda ve onların müntesiplerinin zihinlerindeki mevcut yanlışlıkları da düzeltmektedir.
Eski Ahit’teki bazı ibarelerde ise, insanların başlarına gelen birtakım kötülükler sebebiyle Allâh’a kızgınlık duyabilecekleri ihsas edilmektedir. İsrailoğullarının aşırı dünyevi istekleri nedeniyle sıkıntılı günler geçiren Hz. Mûsâ’nın, içine bulunduğu durumu yüce Allâh’a şikâyetini konu edinen şu satırlar bu hususta bariz bir örnektir:
Mûsâ herkesin, her ailenin çadırının önünde ağladığını duydu. Mûsâ da üzüldü ve Rabb’e: “Kuluna neden kötü davrandın?” dedi. “Seni hoşnut etmeyen ne yaptım ki bu halkın yükünü bana yüklüyorsun? Bütün bu halka ben mi gebe kaldım? Onları ben mi doğurdum? Öyleyse neden emzikteki çocuğu taşıyan bir dadı gibi atalarına ant içerek söz verdiğin ülkeye onları kucağımda taşımamı istiyorsun? Bana: “Bize yiyecek et ver” diye sızlanıp duran bütün bu halka verecek eti nereden bulayım? Bu halkı tek başıma taşıyamam, bunca yükü kaldıramam.[13]
Eski Ahit’teki bu ibarelerin yüce Allâh’a duyulması gereken saygıya uygun olmadığı açıktır. Çünkü zikrettiğimiz ibarelerde, bir peygamberin bile gerektiğinde yüce Allâh’ı suçlayarak, O’na isyan edebileceği teşvik edilmektedir. Halbuki Kur’ân-ı Kerim, bu ibarelere konu edinen ve “Rabb’im! Bana göndereceğin her hayra muhtacım”[14]diyen Mûsâ (a.s.)’nın en sıkıntılı zamanlarda bile Rabb’ine büyük bir tevazu ile duâ ettiğini,dolayısıyla isyandan uzak durduğunu bildirmektedir.
Yine Eski Ahit’in aksine Kur’ân-ı Kerim, Mûsâ (a.s.)’nın, sıkıntılı anlar geçiren kendi halkına da aynı doğrultuda tavsiyelerde bulunduğunu belirtmektedir. Çünkü o, halkına:“Allâh’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allâh’ındır. O’na kullarından dilediğini mirasçı kılar. Sonuç Allâh’a karşı gelmekten sakınanlarındır” demişti.[15]
Yüce Allâh hakkında Eski Ahit’te yer alan yanlışlıklar bunlarla sınırlı değildir. Öyle ki, insanlarda bulunması bile hoş karşılanmayan birtakım özelliklerin meselâ; kıskançlık ve kin gütmenin de yine bu kitapta Allâh’a izafe edildiğini görmekteyiz.[16]
Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerim evrensel bir hüküm olarak…Herkes günahı yalnız kendi aleyhine kazanır. Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez…[17]buyurarak günahkâr bile olsa hiç kimsenin bir başkasına ait olan günahtan sorumlu tutulamayacağını ifade etmekte ve Eski Ahit’in yukarıdaki hükmünü âdeta geçersiz kılmaktadır.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi