Bütün dinler ve ideolojiler ilk ortaya çıktıkları zaman heyecan yarattıkları gibi toplumun odak sorunlarına ve insanlığın dertlerine değdikleri oranda gündemi oluştururlar. Bu mesajlar toplumda karşılık oluşturduğu oranda yaygınlık kazanır ve giderek kurumsallaşırlar.
İslam Mekke döneminden başlayarak Hz. Peygamber’in (SAV) önderliğinde Medine döneminin sonuna kadar bu kurumsallaşmayı belirli ölçüde tamamlamıştı. Ancak yine de kurumsallaşmanın tamamlanabilmesi Hz. Peygamber’in (SAV) irtihalinden sonra dört halife dönemi uygulamaları, ilimlerin tedvini gibi olaylarla mümkün olabilmiş; sosyal ve siyasal uygulamalar çerçevesinde İslam bir “kültürellik” kazanmayı başararak bugüne kadar gelmiştir.
Kurumsallaşma sürecinden sonra bugün bizim sünnet, fıkıh, tasavvuf vb. içerisinde formüle edilmiş davranışlar, ibadetler ve tavır alışlar vardır. Namazların rekatları, günlük ritüeller (tespih çekme, doğum ve ölüm merasimleri vb.), itikadi formülasyonlar bu kurumsallaşma çerçevesinde kendisine bir yer bulmuştur. Bu formülasyonlar bugün farklı kültürel yapılar içerisinde merasimsel nitelikler de kazanmıştır.
Tüm bu süreçleri bilmeksizin kişi, bu zaman diliminde sadece içinde doğduğu toplumda karşılaştığı bu kurumsallaşma, merasim ve formülasyonlar etrafında İslam’ı tanımaktadır. Dolayısıyla bu merasimler ve formülasyonları İslam’ın yegane formu ve zamana göre değişmeyen bir şekilde algılayanlar, bir yandan bunlara muhafazakar bir biçimde sarılır diğer yandan bunları İslam’ın temel odağı olarak görürler. Aslında toplumdaki çok geniş bir kitle dini bir gelenek, görenek ve merasim şeklinde algılamaktadır.
Tam da bu algılama sebebiyle kitlenin din anlayışında iki önemli sonucun ortaya çıktığını gözlemlemekteyiz. Birincisi, dinin merasimsel boyutuna din olarak sarılmaktadırlar. Hatta bunları eleştirenleri bile olumsuz karşılamaktadırlar. İkincisi, asıl ve fer yani birinci ve ikincil önem sırası yer değiştirdiğinden Kur’an tümel ilkeleri atlanarak feri konular üzerine gereksiz tartışmalar yapmaktadırlar.
Bir kere İslam dini söz konusu olduğunda süreklilik ve gelenek açısından şöyle bir okuma yapılması zorunludur. İslam Hz. Adem’den (AS) bu yana devam eden bir dinin ismidir. Tüm peygamberler toplumlara Kur’an üzerinden takip edebileceğimiz tümel ilkeleri hatırlatmaktadırlar. Bu anlamda Kur’an’ın da tümel ilkelerini bilmek, özellikle sağlıklı bir dini anlayış için önemlidir.
Bu bağlamda ilk tümel ilke Tevhiddir. Allah’ın (CC) varlığı ve özellikle birliği şeklinde tanımlanan tevhid, aslında ontolojik ve epistemolojik anlamda daha geniş bir açılımın içeriğini ifade etmektedir. Esasen tüm evrenin ve insan da dahil tüm eşyanın kaynağının tek olduğuna delalet eden tevhidin önemli sonucu varlık ve bilgi konusunda bir çelişkiyi içinde barındırmamasıdır. Tevhidin kabul edilmesini Tanrı niçin istemektedir? Çünkü Tevhid ve özelde Tanrı’nın tekliği bir hakikati belirtmektedir. İslam’ın tevhid konusundaki ısrarı, bunun bir hakikate gönderme olması sebebiyledir.
İkinci önemli ilke adalet ve mizandır. Evren bir mizan üzere yaratılmıştır ve adalet ise tüm eşyaya her anlamda kendi hakkını teslim etmek demektir. Bu ise gelir dağılımındaki adaletten tutun da insanın tabiat ile ilişkisinin boyutlarına kadar geniş bir açılımdır. Esasen pagan kültürün arkaplanında işleyen ideoloji, her türlü adaleti bozucu bir işlev görmektedir. Dolayısıyla adalet ve mizanın sağlanamadığı bir yerde din de ancak şekilsel olarak işliyor demektir.
Günümüzün önemli sorunu; insanlar dinin ritüalistik boyutu üzerine yoğunlaşırlarken, bunlar üzerinden insanları yargılarken adaleti bir ilke olarak atlamaktadırlar.
Prof. Dr. Mustafa TEKİN