Çoğu Müslüman yazık ki, neden kurban kestiğini bilmiyor, adettendir diye bazan harç borç altına girer kurban keser. Mezheplerden Hanefilik kurban kesmeyi vacip sayarken, diğer üç mezhep sünnet kabul etmişlerdir. Vacip veya sünnet, kurban önemli bir ibadettir, hikmeti üzerinde durmakta zaruret var.
Kurbanın Hz. İbrahim’in hayli çalkantılı hayatı ve öğle vaktinin peygamberi olarak verdiği tevhid mücadelesiyle yakın ilgisi var. Nitekim biz kurban keserken Efendimiz’in ta’limatı ve tatbikatı olarak onun sünnetini ihya ediyoruz. Konuyu Kur’an ayetleri, özellikle Saaffat (37) Suresinin 100 ila 113 ayetleri ışığında takip edelim:
“Rabbim, bana salihlerden (olan bir çocuk) armağan et. ” Malum olduğu üzere Hz. İbrahim’in çocuğu olmuyor. Üç kişi (İbrahim, Sara ve yeğeni Lut) kendi başlarına Ur ve Harran güzergahını takip ederek yolculuk yaparlar ve nihayet Kenan ilinde yerleşirler. İbrahim, soyunun ve soyu üzerinden davasının, tebliğinin devam etmesini istiyor, bunun için Allah’a kendisine, Tevhid dinini layıkıyla ve hakkıyla üstlenip devam ettirecek bir çocuk armağan etmesini diliyor.
Allah, duasını kabul eder ve ona “halim bir çocuk” armağan eder. Adını “İsmail” koyar. Çünkü Allah onun duasını işitmiş (İsmail’in kelime anlamı: “Allah duasını işitti/esma’a el ilah” demektir) ve ona “salih-halim” bir evlat nasip etmiştir. “Salih” olmasını kendisi dilemişti, “hilm” vasfını Allah veriyor. “Halim“dir yani yumuşak huylu, munis, anlayışlı, anında öfkelenip kızmayan, maruz kaldığı olumsuz bir davranış karşısında hemen ceza vermeye kalkışmayan, sabır ve kararlılık timsali bir kişilik profiline sahiptir.
Ahd-i Atik’e göre, Hz. İsmail doğduğunda Hz. İbrahim 86 yaşında idi (Tekvin, 16:16.) İkinci oğlu İshak doğduğunda ise 100 yaşına varmıştı (Tekvin, 21:5.) Demek ki, baba bir anne ayrı iki kardeş (İsmail ve İshak) arasında 14 yaş fark var.
İsmail 14’ne girdiğinde Hz. İbrahim, rüyasını görür ve bunu oğluna açar. Bu demektir ki, kurban edilmek istenen çocuğun İshak olması mümkün değildir. Bu önemli konuya biraz sonra dönme fırsatımız olacak.
“Böylece (çocuk) onun yanında koşabilecek (yani iş güç tutabilecek) çağa erişince (İbrahim ona): “Oğlum” dedi. “Gerçekten ben seni rüyamda kesiyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun.” (Oğlu) Dedi ki: “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşallah, beni sabredenlerden bulacaksın.”14 yaş çocuğun gençliğe adım attığı çağdır. İşte bu sırada Hz. İbrahim, gördüğü rüyayı oğluna açar.
Bölgenin iklim şartları göz önüne alındığında, İsmail’in kendi hayatı üzerinde karar verebilecek çağda olduğunu, yani büluğ çağına erdiğini anlıyoruz. Babasının ona durumu açması, rızasını almak amaçlıdır. İbrahim, rüyasında “İsmail’i “kestiğini” değil, “kesiyorken” görmektedir.
Oğluna durumu bildirir. Oğlu ona “emrolunduğun şeyi yap” der. Müfessirler, bunun işle ilgili bir “istişare” olmadığına değinirler. Amaç, duasında istediği evladın “Salih vasfı”nın ayan beyan ortaya çıkması, çocuğun İlahi emre gönüllü olarak katılmasının sağlanmasıdır. Ancak müfessirlerin bu açıklaması makul görünmemektedir. Çünkü akil-baliğ bir genci, reddettiği halde bir rüya üzerine kesmeye kalkışmak bir babanın başvuracağı iş değildir. Sonuç itibariyle İbrahim’in duası kabul olunmuştur, İsmail, “salih bir evlat” olarak babasına Allah’ın emrine itaat etmesini söyler. İsmail’in babasına görevi yerine getirmesini söylemesi onun “salih” vasfını ortaya koymaktadır. Demek ki, İbrahim’in duası kabul olunmuş, yüce Allah ona salih bir evlat armağan etmiştir. İsmail sadece onun “nesep/soy” yönünden değil, “sebep/ahlaki” bakımdan da soyundan, yani sünnetini takip eden evladıdır.
Burada üzerinde durulması gereken bazı noktalar var:
İbrahim, Ulu’l-azm peygamberlerdendir. Diğer peygamberler gibi onun rüyaları kendisine Allah’tan ulaşan bilgi ve haber kanallarıdır yani vahiydir. Peygamberlerin rüyaları sıradan insanlarınkinden farklıdır. Bu rüyalar vahiy kanallarından biri olduğu için Hz. İbrahim’e bir sorumluluk yüklemiştir.
Dolayısıyla Hz. İbrahim, Muhyiddin İbn Arabi’nin iddia ettiğinin aksine, rüyayı tabir etmesi gerekirken zahiri şekliyle kabul etmiş, yani yanlış ta’bir etmiş değildir. Mesajı net ve doğru almıştır; çünkü bu olayda tabiri gerektirecek bir husus yoktur. İbn-i Abbas, “Peygamberlerin rüyası vahiydir” der ki, doğrudur. Peygamberler uyanıkken de uyurken de vahiy alırlar; çünkü onların kalpleri uyumaz. Hz. İbrahim, bu rüyayı Zilhicce ayının sekiz, dokuz ve onuncu günlerinde (Tevriye, Arefe ve Nahr günleri) üç gece üst üste gördü. Hz. İbrahim, yerine getirilmesi gereken vacip bir emir aldığını anladı. Nitekim tabire açık bir rüyadan hareketle Hz. İbrahim “yanlış” bir şey yapacak olsaydı, Allah onu yeni bir vahiyle uyarır, yanlışından vazgeçirirdi. Hz. İbrahim’in kalkıştı iş sıradan, tolere edilebilir bir yanılgı (zelle) değildi, oğlunu öldürmeye kalkışıyordu.
Baba ve oğul, Allah’ın emrine ve takdirine boyun eğdiler. Ne İbrahim “Oğlumu nasıl keserim” diye emri uygulamaktan vazgeçti ne oğlu “Baba ne yapıyorsun?” diye herhangi bir tepki gösterdi. İnsan olmaları hasebiyle derin bir iç çatışma yaşadıklarını düşünebiliriz; bu onların takvasına ve Allah’a olan sarsılmaz bağlılıklarına halel düşürmez. Belki de bu ağır sınavın amacı da bu derin iç çatışmanın yaşanması ve fakat aşılmasıydı. İkisi de “başar“dı; bundan sonra iş emri uygulamaya kalmıştı.
Hz. İbrahim, oğlunu “yüzükoyun/ alnı üzeri“ne yatırdı, bıçağı çekti. Bıçağı boynuna vurup vurmadığını bilmiyoruz ama her hâlükârda bıçak elindeydi. Boynuna çekti veya çekmedi, buraya kadar işleyen süreç yeterliydi: Sınav başarılmıştı. İkisi İlahi emre boyun eğmişti, baba biricik oğlunu yere yatırmış, her ihtimale karşı iç dünyasında herhangi bir tepki doğmaması için yüzünü görmemek istemiş, onu alnı üzerine yatırmıştı.
İşte tam o sırada: “Biz ona: “Ey İbrahim” diye seslendik. “Gerçekten sen, rüyayı doğruladın. Şüphesiz biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.“
Allah ona sınavı başardığını söylüyor. İbrahim’in ve İsmail’in, baba-oğul iki seçkin insanın sevincini kimse tarif edemez. Hem ilahi hem dünyevi iki sevinci bir arada yaşadılar. İşte bayram şöleni bu olay üzerine başlar. Bir yandan her ikisi Allah’a karşı sözlerini yerine getirdiler, emrine kayıtsız şartsız itaat ettiklerini ortaya koydular; diğer yandan birbirlerine kavuştular. Böylelikle Allah, İbrahim’e “rüyasını doğruladığı“nı yani gördüğü şeyin Rü’yay-ı sadıka olduğunu haber verdi.
Bunun yanında Allah, İbrahim ve oğlunu “İhsan’da bulunanlar (Muhsinin)” olarak isimlendirdi. Yani her ikisi de “Allah’ı görmedikleri halde, O’nu görüyormuş gibi hareket etmişler”, çünkü O’nun kendilerini gördüğünü yakinen bilmektedirler. Öyleyse ödüle hak kazanmışlardır. (Kurban için ayrıca bkz. 22/Hac, 36-38 ve 108/Kevser, 1-3.)
ALİ NALBANTOĞLU
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-