“Doğrusu bu, apaçık bir sınavdı.” Evet, bu bir sınavdı. Hiçbir baba oğlunu kesmeyi göze alamaz. İnsan kimsenin kendisinden iyi olmasını istemez ama çocuğunun kendisinden iyi olmasına çalışır. Ve hiçbir çocuk babası tarafından, babası eliyle kurban edilmek istemez. Ama bu seçkin iki insan bu çetin sınavı başardılar.
Pekiyi, sınav neydi? Niçin böyle bir şeye gerek görülmüştü? Allah, neden İbrahim’i böylesine ağır bir sınava tabi tuttu? Allah neden İbrahim’i sınadı? Bu olay Tevfik Fikret’in “kurban isteyen göklerin” anlaşılmaz kaprisi” dediği şey mi?
“Din şehid ister, asman kurban/ Her zaman, her tarafta kan kan kan.”
Ya da Andrew Fınkel’in “Tanrı’nın insana blöfü” müydü? “(Kurban olayından) çıkaracağımız ders, topyekûn itaat isteyen, hikmetinden sual olunmaz bir yaratan değildi. Daha ziyade blöfünü görüp görmemeye kendilerinin karar verebilmesi için yaratılanlara meydan okuyan bir Tanrı’ydı” Kuşkusuz bu da değil.
İbrahim, Allah’ın dostuydu (Halilullah sıfatını almıştı). Onun kalbinde Allah’tan başka hiç kimsenin veya hiçbir şeyin sevgisi yoktu. Allah’a olan güveni, tevekkülü/itimadı sonsuzdu. Ateşe atılırken dahi görevini yerine getirmekten bir an olsun pişman olmamış, korku belirtisi göstermemişti. Rabbi onu kurtaracak veya hakkında hayırlı olan neyse onu nasip edecekti. Sonraları Kenan iline hicret ederken Rabbinden bir çocuk istedi. O da ona İsmail’i armağan etti.
İsmail, içten yaptığının duasının karşılığıydı. 13 sene boyunca belki onu çok az gördü, bu da ona olan sevgisinin şiddetini arttırıyordu, annesi Hacer’le onu çölün ortasında bırakmıştı (14/İbrahim, 52); bu onun ilk sınavıydı, içinde fırtınalar kopmuştu. Genç bir kadını küçük bir çocukla ıssız bir çöle terk etmek nasıl bir şeydi acaba? Kim bunu göze alabilir veya kendine yedirebilirdi? Genç eşi Hacer arkasından umutsuzca
“-Nereye bizi bırakıp gidiyorsun İbrahim?” diye yalvardığında ayağının altından yer çekiliyordu sanki. “Bunu Rabbin mi emretti?”
İbrahim büyük bir güven, sarsılmaz bir imanla “Evet” demişti, genç kadın
“-O halde git, O dilemişse bizi zayi etmez” demişti ki, bu tepki Hacer’in de sınavı kazandığının kanıtıydı. Ama bırakıp gitmek kolay mıydı? Ta bu olay dolayısıyla biraz da belki oğluna karşı mahcubiyet içindeydi. Onu görmeye geldiği sınırlı zamanlarda onunla neşeleniyor, mutlu oluyordu. Belki her hareketi, her gülüşü, her koşup kucağına gelişi, ilk konuşması, çağıldayarak sesler çıkarması içine tarifsiz sevinçler doğuruyordu. İsmail hayattı, dünyanın neşesi, zevki, mutluluğuydu. Belki de İbrahim’in ruhunda İsmail dünya sevgisine, dünya hayatının sevgisine (Hubbu hayat ed Dünya) dönüştü.
Hz. İbrahim hiçbir zaman Allah’ı unutmadı, oğlu İsmail’i sever veya onunla eğlenirken herhangi bir ibadetini ihmal etmedi. Şanına yakışır tanımlamayla “İbrahim tek başına bir ümmetti” (16/Nahl, 120), Ulu’l-azm peygamberlerden biriydi, Öğle Vakti’nin tebliğcisiydi. Tarih fecirle başlamıştı, Sabah Vakti’nin peygamberi Âdem aleyhisselam idi, insanlar -kesretten kinaye bir rakam olarak- bin sene beşeriyetin masumiyetini bozmadan yani Tevhid inancı üzerine yaşadılar. Sonra büyük bir günah işlediler ve yeryüzünü kirlettiler. O ilk küresel günahın karşılığı küresel ceza oldu. Ancak tufanla yeryüzü temizlenebildi. İkinci Âdem olan Nuh aleyhisselâm ile başka bir deyişle Kuşluk Vakti’yle tarih yeniden başladı. İbrahim, Hz. Nuh’u takip ederek, kendini ona nispet ederek yola çıktı. O da Öğle Vakti’nin peygamberiydi ve bütün yapacakları insan soyunu İkindi Vakti’ne (Asr’a) ve onun peygamberine, Hatemü’n-Nebiyyin’e (Nebiyyü’l-asr) hazırlamaktı. Böylelikle Gurub’a doğru yol alınacak ve Tarihin Gündönüm’ü tamamlanmış, beşeriyetin tarihi “Allah’a dönüşle (Rucû’ ilallah)” tamamlanmış olacaktı. Kısaca Âdem ve Nuh gibi o da insanlığın temsilcilerinden biriydi.
Âdem şeytana kanıp yasak ağaca yaklaşmıştı, yasak bir zamanda ve yasak bir yerde Havva ile birlikte olmuş veya melekler gibi günahsız olmak, ebediyete ve sınırsız mülk ve saltanata sahip olup hükmetmek istemişti. Yeryüzüne indirildi. Âdem “yeryüzünün halifesi“ydi (fi’l-arzi halife) (2/Bakara, 30), insan Allah’a melekût âleminde değil, yeryüzünde halifelik yapacaktı ama yeryüzünün cazibesi onu asli amacından koparmaya devam ediyordu. Bu, Allah’ı unutan insanın aynı zamanda kendi asli özüne yabancılaşmasıydı. İlahi tabiatı ile dünyevi tabiatı çekişiyordu. Bu iki tabiat bazen iki olumlu, bazen iki olumsuz, bazen bir olumlu-bir olumsuz kuvvetlere ayrılıp onu çatışmaya itiyordu. Mal-mülk, servet; şehvet, güç ve iktidar, makam, hükmetme/emretme mertebesi ve statü, çocuk ve taraftarlar. Bunların hepsi insanın asıl amacı olan Allah’a bağlılığını gölgeleyen, insanı Allah’ı zikretmekten, kalbini tümüyle O’na vermekten alıkoyan faktörler olabiliyordu.
Bu olayda İbrahim ikinci defa “El İnsan”, İsmail “Ed-Dünya” rolünü oynuyordu. İbrahim âdemdi, İsmail dünyaydı. İbrahim tertemiz bir peygamberdi ama insanlığı temsil ediyorsa, onun da dünyaya ilişkin bir zaafı olmalıydı. Bu onun oğluna olan düşkünlüğüydü. Oğlu, en sevdiği varlık, bakınca gözleri aydınlanır (Kurratü’l ayn), içi sevinçle dolardı.
Ama yeryüzünün halifesinden beklenen her şeyini Allah’a adaması değil miydi? Her şeyini, bütün sevdiklerini yani gerekirse evladını bile!.. En sevdiğini feda edemeyen dünyaya yenilirdi. Haksızlıkları, eşitsizlikleri, zorbalıkları, yozlaşma, sömürü ve hukuk ihlallerini hangi gerekçeyle yapar ki insan? Kendisi, ailesi, çoluk çocuğu için değil mi? Acaba Karl Marx ve Engels, aileyi bencilliğin sembolü olarak gördüklerinde haksız mıydı? Sınandığı bilincini kaybeden aile bencilliğin tuzağına düşer; “aile” kelime manasıyla da fertleri bir diğerine muhtaç, bağlı ve bir yere kadar bağımlı en küçük beşeri topluluktur; ama her insan teki birey öncelikle Allah’a muhtaçtır ve ona bağlı ve bağımlı olmak durumundadır, aksi halde sınavı kaybeder. Allah el Ğaniy (hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmayan), insan fakirdir (35/Fatır, 15). Kur’an da yakınların, eşlerin, çocukların birer “fitne” olduğunu söylemiyor muydu? Haksız kazanç ve suistimale sebep olduklarında “Mal ve çocuk insanın fitnesi” olur (8/Enfal, 28.) Kişi kendini kollamak durumundadır, öyle bir Gün (Yevmu’d-Din) gelir ki “Ne yakın akraba ne çocuklar ona herhangi bir fayda sağlar” (60/Mümtehine, 3). “Mal ve çocukları kendisini Allah’ı zikretmekten alıkoyan, kalbi tutkuya kapılan (kişi) ziyana uğrar” (63/Münafikun, 9).
Mü’min, yalnızca Allah’a tevekkül edecek, O’nu kalbinde taşıyacaktır. Böyle olmadığı takdirde, başkalarının değil, bizzat mü’minlerin “eşleri ve çocuklarının bir bölümü ona düşman kesilir, onlardan sakınmak lazım.” (64/Teğabun, 14-15.)
Bu bir insanlık durumudur. İbrahim, bu insanlık durumunu insanlık adına yaşamış, içinden geçmiştir. Salih olduğu halde, Allah ona oğlu İsmail’i bir sınav aracı (fitne) kıldı. Fitne, altının içinden süzüldüğü ateş potası. İsmail’i bıçağın altına yatırmak ateşin içinden geçmekten beterdir. İbrahim, daha önce Nemrud’un yaktığı ateşin içinden geçmişti, cürufattan kurtulmuş, arınmış altın olarak saflaşmıştı. Ama kabul etmek lazım ki, oğlunu kendi eliyle kesmesi çok daha dehşet verici bir olay, tarifsiz bir sınavdır. Biricik oğlunu nasıl kesecek, kanını akıtacaktı? Buna dayanabilecek bir baba yüreği var mıydı dünyada? Kenan ilinde insanlar kurban edilmişti, ama kendi oğlunu eliyle kesen baba görülmüş müydü? Rabbi bunu İbrahim’den istiyordu.
Ali Nalbantoğlu
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-