Kutsal değerleri uğruna, and niteliğinde söz vererek zamanını ve kendini feda edercesine tahsis eden kişiye “adanmış” denir. Sahip olduğu şeyleri, ideallerini gerçekleştirmek için veren insanlardır bunlar… Çünkü kişi verdiği şeyin sahibidir. Eğer İnsanlar veremiyorlarsa, vermeleri gereken şeylerin sahibi olamadıkları içindir. Aksine, o şeyler insanların sahibi olmuştur.
Aşına, eşine, işine, çocuklarına, midesine, zevklerine, uçkuruna, hevasına, nefsine ve şeytana adanmışların zirve yaptığı bir dünyada, sahip olduklarını, kutsal değerleri uğrunda adayanları bulmak biraz zorlaşmaktadır. Az da olsa mevcut olan bu adanmışlar ne yaparlar da “Adanmış” olurlar:
1.Rüya Görürler.Yani yaşadığı topraklarda inandığı İslamî değerlerin yeniden ihya ve inşa edilmesi için neler yapılması gerektiğinin sancısını çekerler. Bu uğurda geliştirdikleri projeleri hayata geçirmek için gündüz hayalini kurar, gece rüyasını görürler. Onunla yatıp, onunla kalkarlar. Aynı sancıyı çeken dostlarıyla gecesini gündüzüne katarak, teoriden pratiğe geçme yolarını konuşurlar. Kısacası, gündüzleri onunla gezer, geceleri de rüyasını görürler.
2.Bedel Öderler. Sosyal farzlar zümresinden olan “toplumun müslümanca ihya ve inşası” ile ilgili, hayallerinde ve rüyalarında olan plan ve projelerini hayata hâkim kılmak için ne bedel ödenmesi gerekiyorsa, ödemeye hazırdırlar. Çünkü onların yol haritasını şu ayetler tayin etmektedir:
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘İman ettik’ demeleriyle bırakılacaklarını mı sanıyorlar? Andolsun ki biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (Ankebut:29/2-3)
“Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ dediler. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara:2/214)
Şu ayette de Yüce Allah’ın, kendisine yaklaşmaya vesile kıldığı nimetleri, Cenâb-ı Hakk’ın emrinin hilâfına yanlış yerlerde kullananlar için acı bir uyarısı vardır:
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler; size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar/belanızı bekleyin. Allah, fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe:9/24)
Âyet-i kerîme gereğince dünya hayatında bizlere bir imtihan vesilesi olarak emanet edilen can ve mal nimetlerini ilahî rıza doğrultusunda kullanmak, Allah’a ve Rasûlüne olan sevgimizin en açık ölçüsüdür. Çünkü seven, sevdiği uğruna, sevgisi ölçüsünde fedakârlık yapmayı en büyük zevk olarak kabul eder. Bu hâl, sevginin şiddeti oranında, tâ candan yapılacak fedakârlıklara kadar ulaşır. Bu bağlamda insan, nefsinin esaretinden kurtulup Rabbinin dergâhına kendini adayarak özgürlüğe kavuşmadıkça malını ve canını adayamaz.
En ağır ve meşakkatli bedel, imanın bedelidir. Çünkü o sayede kalbin ufukları açılır, can da mal da bu bedeli ödemek için Hakk’ın razı olacağı en isabetli yerlere cömertçe ve seve seve sarf edilir. İmanın lezzet, heyecan ve hazzıyla can ve mal gibi her türlü imkânlardan fedakârlık yapmak, gönülde bir huzur kaynağı ve kalpte bir meslek hâline gelir.
3. Arkasına Dönüp Bakmazlar.Adanmışlar, hedefe kilitlendikleri için “arkada kim var?” diye geriye dönüp, dökülenlerle oyalanıp morallerini bozarak kuvveyi maneviyelerini kaybetmezler. Şeriat yolunda yürüyenlerin de, sürünenlerin de, dökülenlerin de olduğunu bilirler. Gayretlerini, başkalarının tutumuna göre belirlemezler. Bu konuda, günümüz Müslümanlarının bulaşıcı hastalıklarından olan “mazeret üretme” yoluna gitmezler. Bilindiği gibi her şeye bir mazeret bulmada üstümüze yoktur. Bir aktivitede yer almak istemediğimiz zaman “minareyi çalan kılıfını hazırlar” misali sayısız kılıflar bulur, tahmin edemediğimiz kadar mazeret üretiriz. Yapacağımız işin veya içinde bulunacağımız çalışmanın neticesini peşin alamayacaksak, görev almamak için; devlet memurluğumuzu, yakında terfilerin yapılacağını, siyasi konjonktürü, ekonomik problemleri, fincancı katırlarını ürküterek elektrikleri
üstümüze çekmemeyi, daha bu gibi faaliyetlerin erken olduğunu, kör olası hanede evladı ıyalin bulunduğunu vs. vs. mazeretler zincirine ekler dururuz. İşte adanmışlar, dönüp geriye baktıklarında bu manzaraları görecekleri için arkalarına dönmezler.
Merhum Necip Fazıl üstadın gençliğe hitabesinde: “Kim var?” diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert “ben varım!” cevabını verici, her ferdi “benim olmadığım yerde kimse yoktur!” fikrini besleyici bir dava ahlakına kaynak bir gençlik… diye tanımını yaptığı gençlik modelindeki özellikleri taşır adanmış müslüman…
4. Karşılık Beklemezler.Hesabî değil hasbîdirler. Yani dünyevî bir hesap yapmazlar. Allah’ın rızasından başka bir beklentileri de yoktur. Aşını, eşini, işini, yaşını bahane ederek mazeret üretme kolaycılığına gitmezler. Ebû Eyyub el-Ensarî’nin seksen küsur yaşında İstanbul surlarında şehit düştüğünün bilincindedirler. Şu ayetlerin verdiği mesajlarla şuurlandıkları için yaptıkları karşısında hiçbir dünyevî çıkar beklemezler:
“Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir.” (Şuarâ:26/180; Hud:11/51)
“De ki: Buna karşılık, sizden, Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler olmanız dışında herhangi bir ücret istemiyorum.” (Furkan:25/57)
“Sevdikleri gıdalardan yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz, size sırf Allah rızası için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık, ne de teşekkür bekliyoruz. Muhakkak ki biz, oldukça çetin ve yüzleri renkten renge sokacak bir günde Rabbimizin cezalandırmasından korkmaktayız’ derler.” (İnsan:76/8-10)
5. Neticeye Takılmazlar. Bilirler ki, biz neticeden sorumlu değil, bize düşeni yapmaktan, yani seferden sorumluyuz. Neticeyi yaratacak olan Yüce Allah’tır. Her çıkışın neticesi başarı olsaydı, Peygamber efendimiz amcası Ebû Talib’i hidayete erdirirdi. Ama O, her fırsatta amcasına gerçeği hatırlattı. Burada kazanan Peygamber efendimiz, kaybeden ise Ebû Talib oldu. Allah, Peygamberine “Niye amcana İslamî gerçekleri anlatmadın” diye sormayacak. Fakat Ebû Talib’i “Niçin yeğenine inanmadın” diye hesaba çekecektir.
Adanmışlar, bu konuda: “Öyleyse bizler, ‘netice alamayız’ takıntısına kapılmadan ‘hakkı ihya, bâtılı iptal’ ameliyesinde, dinimizin yüklediği sorumlulukları yeterince ifa etmeliyiz, gerisi muhatabımızın sorunudur. Bizim de ‘Rabbimize karşı bir mazeretimiz olsun. Belki bir gün gerçeği anlayıp Kur’an’a dönerler’ diyerek toplumu ihya ve inşa sorumluluğumuzu hakkiyle yerine getirmemiz gerekmektedir. Bizler, çevremizde olup bitenlere duyarsız kalamayız. Gücümüz nispetinde ‘şerre fren, hayra motor olmak’ zorundayız. Toplum gemisinin batışına sebep olacak delikler açılmasını seyredemeyiz. ‘Aman canım sen de aldırma diyemem, aldırırım’ bilinciyle kötülüklere engel olmada ve ‘hakkı tutup kaldırmada’ üzerimize düşeni yapmak durumundayız. ‘Sanki ben söyleyince vaz mı geçecek? Yine bildiği doğrultuda hareket edecekler. Ne diye müdahil olup da ağrımaz başımı ağrıya sokayım? Ne bildiği varsa yapsın. Ben kendimden sorumluyum’ deme hakkımız yoktur” diye düşünürler.
Bizler de bu ilkeleri kuşanırsak, adanmışlar zümresine dâhil olacağımızdan şüphemiz olmasın. Sözün özü şu ki, Ümmet-i Muhammed olarak yaşadığımız çıkmazlardan kurtulabilmemizin ilk şartı, “neyi ne için, kim için isteyip” yaptığımızın ve yine “kim için, kimin adına” vazgeçmemiz ve adanmamız gerektiğinin şuurunda olmamızdır.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi