Kur’an meali yapan kişilerin bu konudaki donanımları birbirlerinden farklı olsa da en iyi donanıma sahip olan mealci bile neticede insandır.
Erdem Uygan
BU MAKALENİN İLK BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ
Mealin Kur’an’a eşdeğer sayılamayacağının sebepleri şöyle sıralanabilir:
“… Şafağın aydınlığı gecenin karanlığından ayırt edilinceye (tan yeri ağarıncaya) kadar yiyin, için…”
Ayetteki “size göre” ifadesi mealden çıkarılınca, Rabbimizin oruç tutan herkese verdiği imsak vaktinde ufukta oluşan görüntüyü tespit etme görevi ortadan kaldırılmış, belli bir kuruma verilmiştir. Böylece artık imsak vaktini – ki aynı zamanda sabah namazının giriş vaktidir – belirleme görevi Allah’ın Kitabından alınmış, bir kuruma verilmiş ve insanların Allah’tan başkasına kulluk etmesine sebep olunmuştur. Çünkü meal okuyan birinin bu durumu tespit etmesi imkansızdır.
“Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir….”
Merâmı Türkçe ifade etmenin zorluğunu aşamamış olan bu meale göre Kur’an Allah tarafından “uydurulmuş”tur. Elbette bir Türk’ün meali bu şekilde anlaması için kötü niyetli bir okuma yapması gerekir. Ancak bir çok mealde olduğu gibi buradaki sıkıntıyı aşmanın yolları olmasına rağmen bu mealde sorun aşılamamıştır.
“Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, (şartların oluşmasından sonra) yetkilerini ellerinden alın (ve işlerine son verin). Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.”
Kadının başının örtülü olmasının gerekliliği için Kur’an’da “başınızı örtün” diye bir emir arayan bir başka sözde meal yazarı da kendi âciz zihniyle ürettiği düşünceyi Nûr Suresi’nin 31. ayetine dipnot yoluyla söyletmektedir:
“… Örtüleri ile göğüslerini örtsünler …”
“Dipnot: Kadının başını örtmesi hükmü bu ayete dayandırılmaktadır. Oysaki ayette, başın örtünmesinden söz edilmemektedir. Yani başörtüsü takın, başınızı örtün denmemektedir. Dolayısıyla burada yalın olarak başı örtmeye yönelik bir hükümden söz etmek mümkün değildir.”
فَإِذَا قَرَأْتَ الْقُرْآنَ فَاسْتَعِذْ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
Kur’an’ı kıraat ettiğin zaman kovulmuş şeytandan Allah’a sığın. (Nahl 16/98)
Ayette sözü edilen, euzübesmele çekilerek yerine getirilebilecek bir emir değildir. Emredilen, bir şeyin söylenmesi değil, yapılmasıdır. Dolayısıyla Kur’an üzerinde çalışan herkesin Kur’an adına söylediği şeyin kendi ön yargısı, kendi anlayışı veya yorumu olmadığını sürekli kontrol etmesi gerekir. Bunun önlenmesinin en güzel yollarından biri de ekip halinde çalışmaktır. Ekip çalışmasında ortaya çıkabilecek kıskançlık ve tartışmalar bile doğruya ulaşma yolunda katkı sağlayacaktır.
“Ana – baba ve akrabanın bıraktıklarında erkeklerin bir payı (zaten) vardır. Ana-baba ve akrabanın bıraktıklarında, az ya da çok, kadınların da bir payı olmalıdır; (Allah tarafından) farz kılınan bir paydır bu.”
Ayette olmayan ve olması da mümkün olmayan parantez içi ifadeler, meale yine ayette olmayan şeylerin söyletilebilmesi için eklenmiştir. Zira ayetin metnine sadık kalındığı takdirde “az ya da çok” ifadesinin mealde olduğu gibi kadınlarının alacağı payı nitelemesi söz konusu değildir. Ayetin orijinalinde “az ya da çok” ifadesi anne – babanın bıraktıkları malı nitelemektedir. Yani olması gereken meal şöyledir:
لِّلرِّجَالِ نَصِيبٌ مِّمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْأَقْرَبُونَ وَلِلنِّسَاءِ نَصِيبٌ مِّمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْأَقْرَبُونَ مِمَّا قَلَّ مِنْهُ أَوْ كَثُرَ نَصِيبًا مَّفْرُوضًا
Ana – baba ve yakın akrabanın bıraktıklarından erkeklerin payı vardır. Ana – baba ve yakın akrabanın bıraktıklarından kadınların da payı vardır. (Bıraktıkları miras) az ya da çok olsun farz kılınmış bir paydır bu. (Nisâ 4/7)
Mirastan alınacak payların ne kadar olduğu ise surenin 11 ve 12. ayetlerinde anlatılmaktadır. Ancak bu ayetteki ”az ya da çok” ifadesine, ayete aykırı olarak kız çocuğun alacağını niteleyecek şekilde meal verirseniz, o zaman 11. ayetteki ikiye birli oranların zamana ve şartlara göre değişebileceğini iddia etmenin önünü açmış olursunuz. Gerçi Kur’an’da buna izin vermeyen çok sayıda ayette çok sayıda ifade mevcuttur ancak meali okuyan kişinin bunu bilmesi söz konusu olmadığından kandırılmaya müsaittir.
“Hani meleklere “Âdem için (Allah’a) secde edin” demiştik; onlar da hemen secde etmişti…”
Mealci her nedense secdenin Adem’e yapıldığını kabul etmek istememektedir. Bunun için de ayetin kendi anlamak istediği şekilde meallendirilmesi gerekmektedir. Neyse ki secede سجد fiili yardımına yetişmiştir. Bu fiil nesne alırken daima lâm ل harfi cerini kullanmaktadır. Bu harfin bir fiile bağlı değilkenki anlamlarından biri de “için” kelimesidir. Artık mealcinin istediği tüm şartlar oluşmuştur. Fiile bağlı olan harfi sanki bağımsız bir edatmış gibi meallendirmek Allah’tan korkmayan biri için ne kadar zor olabilir? Öyle de olmuştur. Aslında hiçbir şekilde fiilden bağımsız düşünülemeyecek harfi fiilden koparmış ve “için” anlamı vermiş, mecburen bir de parantez eklemiş, olmuş bitmiştir. İşte bu kadar basittir (!) Meali okuyan zavallı kişiler de Kur’an okuduklarını zannetmektedirler.
Sonuç olarak Allah’ın Kitabının mealini yapmaya kalkan insandır ve ne kadar büyük âlim olursa olsun yanlışı tercih etmeye, şeytana uymaya meyyal yapıda yaratılmıştır. Dünyanın en iyi niyetli ve samimi insanı da olsa hata yapar, yanlış anlar, kibirlenir, itibarını düşünür, çekinir, korkar. Bundan dolayı herhangi bir mealin Kur’an’a eşdeğer görülmesi, onun yerini tutması, ondan hüküm çıkarılması, onunla ibadet edilmesi mümkün değildir.
Eğer, (velisi olduğunuz) yetim kızlar (ile evlenip onlar) hakkında adaletsizlik etmekten korkarsanız, (onları değil), size helâl olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın. Eğer (o kadınlar arasında da) adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız, o taktirde bir tane alın veya sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için daha uygundur.
Bu mealde 3 kez adalet kelimesi geçmektedir. Doğal olarak meali okuyan kişi ayetin Arapça orijinalinde bu kelimelerin üçünün de aynı kelime olduğunu düşünecektir. Oysa üçü de birbirinden farklı kelimelerdir. İlki kıst قسط, ikincisi adl عدل, üçüncüsü ise avl عول kelimesidir. Bu kelimelerin üçünün de aynı anlama geldiğini düşünmek Allah’a acziyet atfetmek ve Kitabına hakaret olacaktır. Bir başka örnek olarak, her ikisi de gizlemek olarak çevrilen ihfâ إخفاء ve kitmân كتمان kavramları verilebilir. Her ikisi de gizleme olarak çevrileceğinden, meal okuyan biri ayette geçen ifadenin ihfa mı yoksa kitman mı olduğunu asla göremeyecektir. Oysa bu iki kavram arasında direkt olarak ayetin anlamına etki eden çok hayatî farklar vardır. Bu farkları ortaya çıkarmak, uzmanlık ve büyük gayret gerektiren teknik bir iştir. Herkes bu teknik bilgiye sahip olmak zorunda değildir. Bunu işi bu olan, bunun için eğitilmiş insanlar yapacaklardır.
Yine Kur’an’da, hepsi de meallere “dönmek” olarak yansıyan 16, “korkma” kelimesiyle karşılanan 7 ayrı kelime vardır. Bu kelimelerin arasında anlam farkları vardır ve hiçbiri diğerinin yerine kullanılamaz. Üstelik bu farkları çoğu zaman sözlüklerde dahi görmek mümkün değildir. Bu farklar ancak Kur’an araştırılarak tespit edilebilir. Bazen iki kavram arasındaki farkı tespit edebilmek yıllar sürebilir. Bugün hiçbir Arap, dili böyle zengin bir şekilde kullanmaz, kullanamaz. Örneğin hiçbir Arap her ikisi de “gelmek” anlamında olan cae جاء ve eta أتى kelimeleri arasında bir fark görmez ve bu kelimeleri birbirlerinin yerine kullanır. Oysa Kur’an’da bu iki kelime aynı konuda bile kullanılsa, mutlaka bir fark olması gerekir. Hatta aynı ayette her iki kelimenin de kullanıldığı görülür. Bu durum bu kelimelerin eş anlamlı olduğunu değil, aralarındaki ince farktan dolayı bir şeye dikkat çekildiğini gösterir. Meallerde her ikisine de mecburen “gelme” anlamı verileceği için kavramların farklı olduğunu meal okuyucusunun ruhu dahi duymayacaktır. Sırf bu açıkladığımız sebep yüzünden bile meali Kur’an’a eşdeğer görmek Kur’an’a hakaret ve meal yazarını ilahlaştırma olarak değerlendirilmelidir. Kur’an’ın farklı kelime tercihlerini “Arapça’da böyle şeyler olur, kelimeler birbirinin yerine kullanılır” şeklinde savunmak da bir insanın düşebileceği en talihsiz durumdur. Evet, Arapça’da böyle şeyler olabilir ama Kur’an’da asla olmaz. Çünkü o Allah’ın Kitabıdır. Kur’an Arapça’dır ama Kur’an dışında Arapçayı günlük lisan olarak kullananlar insanlardır. Bir dili Allah’ın kullanması ile insanın kullanmasını birbirine eş tutmak en hafif ifadeyle basiretsizliktir.
Kur’an kendisinin Allah’tan gelen bir Kitap olduğunun delillerinden birini önceki Kitapları tasdik etmesine bağlar. Dolayısıyla tasdik konusu Kur’an’ın en önemli konularından biridir. Önceki Kitapların mensuplarının ancak tasdik ilişkisini gördükleri takdirde Kur’an’a uyma zorunlulukları doğacaktır. Kur’an’ın kendisinden önceki kitapları tasdik ediyor olması da mealin onun yerini tutamayacağının güzel bir göstergesidir. Çünkü Kur’an’ın meali ile önceki kitaplar arasında tasdik ilişkisi kurmak mümkün değildir. Bu duruma bir örnek vermek yerinde olacaktır. Taha Suresi’nin 78. ayeti şöyledir:
فَأَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ بِجُنُودِهِ فَغَشِيَهُم مِّنَ الْيَمِّ مَا غَشِيَهُمْ
Derken Firavun ordularıyla birlikte onların peşine düştü. Ama denizden onları örten örttü. (Taha 20/78)
Aynı olayın Tevrat’taki anlatımı ise şöyle dilimize çevrilmiştir:
“Geri dönen sular savaş arabalarını, atlıları, İsrailliler’in peşinden denize dalan firavunun bütün ordusunu yuttu. Onlardan bir kişi bile sağ kalmadı.” (Çıkış 14:28)
Tevrat mealinde “yuttu” olarak yer alan kelimenin İbranice orijinali “kasah” fiilidir ve “örttü” anlamına gelir. Bu kelime Kur’an’da “ğaşiye غشي” şeklindedir ve “örttü” anlamına gelir. Yani aslında İbranice’deki kelime ile aynı kelimedir. Her iki Kitap arasındaki kelime tercihlerinde gösterilen bu titizlik boşuna değildir. Tevrat’ı bilen bir uzman Kur’an’daki bu ifadeyi gördüğünde, aslında yüzlerce farklı şekilde ifade edilebilecek olan bu olayda kelimelerin bile aynı olmasından dolayı tasdik ilişkisini kolaylıkla kurabilecektir. Böyle bir detayı ve dolayısıyla Kitaplar arasındaki tasdik ilişkisini meal üzerinden tespit etmek olanaksızdır. Görüldüğü gibi Tevrat’ın meali için de aynı durum geçerlidir.
Yazının başında, okumanın ancak anlama gerçekleşiyorsa mümkün olabileceğini, anlamayla sonuçlanmayan hiçbir faaliyetin okuma olmadığını görmüştük. Ardından Arapça bilmeyen birinin Kur’an’ı anlayabilmesi için tek seçeneği olan meal okumanın Kur’an okumaya eşdeğer tutulamayacağını detaylı bir şekilde ortaya koyduk. Bu durumda bu tek seçeneği değerlendiren bir kişi meal okumakla Kur’an okumuş olmayacaksa ne yapmış olacak sorusunun da cevaplanması gerekmektedir.
Her mümin Allah’ın dinini Allah’ın Kitabına göre yaşamak zorundadır. Çünkü o Kitap’tan hesaba çekilecektir. Bunun için de Kitabı anlaması bir zorunluluktur. Ancak elbette herkesin Arapça öğrenmesi mümkün değildir. Hatta gerekli de değildir. Çünkü bu, tedavi olabilmek için herkesin doktor olmasını beklemeye benzer. Nasıl ki ateş ölçüp tansiyona bakabilen herkesin tıp fakültesi bitirmesine gerek yoksa Kur’an’da Allah’ın ne dediğini anlayabilmek için de herkesin Arapça bilmesine gerek yoktur. Ve nasıl ki tansiyon ölçebiliyor diye herkes cerrah olup ameliyat yapamıyorsa meal okuyan birinin de Kur’an okuyormuş gibi mealden bir takım sonuçlara varması ve uygulaması mümkün değildir.
Meal okumanın Kur’an okumak anlamına gelmemesi gereksiz bir iş olduğu anlamına gelmez. Aksine meal okumak Arapça bilmeyen bir mümin için olmazsa olmaz bir görevdir. Ancak okuduğunun bir insan tarafından ortaya konduğunu ve Allah’ın Kitabının taşıdığı sayısız özelliği taşımasının imkansız olduğunu bilmek de bir meal okuyucusunun görevidir. Bu sebeple mealden anlaşılanla amel edilmesi, meale dayanarak hüküm verilip çıkarım yapılması, meallerden işine geleni tercih ederek hocalık taslanması kabul edilemez.
Samimi bir mümin meal okuyarak Allah’ın emir ve yasaklarını net bir şekilde öğrenip hayatına taşıyabilir. Fakat meali Kur’an yerine koymak, detaylı ve uzmanlık gerektiren bir çalışmayla ortaya konabilecek konuları mealle anlamaya kalkmak yanlıştır. Nitekim yukarıda da gördüğümüz gibi Bakara Suresi’nin 187. ayetini Diyanet İşleri Başkanlığının mealinden okuyup ona göre amel etmek isteyen biri imsak vaktinin tespitinde kendisinin de sorumlu olduğunu göremeyecek, Diyanet ne derse onu yapmakla doğru yaptığını zannedecektir. Oysa ayete göre Diyanet’in belirlediği imsak vaktinin, gerçek vakitten en az 1 saat önce olduğu, dolayısıyla o saatte sabah namazının kılınamayacağı kesindir. Bu kişinin vebali mealciye yükleyerek sıyrılması mümkün değildir. Burada asıl hata, insanın yazdığı bir metni Allah’ın indirdiği metinle aynı seviyede görülerek yapılmış olur.
Elimizdeki mealler içerisinde aynı konuda birbirlerinden tamamen farklı şeyler söyleyenlerin, aynı ayete birbirine zıt anlamlar verenlerin bulunduğu bir gerçektir. Oysa Allah’ın Kitabı bir tanedir. Bir konuda birden fazla doğrunun olması da mümkün olmadığına göre Kur’an meali olduğu söylenen eserlerin bir bölümünün Kur’an meali olamayacağı kesindir. Ancak okuyucunun bunu ayırt etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla meal okumak hiçbir zaman için Kur’an okumak olamayacaktır.
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda meal okumak hiçbir zaman Kur’an okumak olmayacaktır ama Kur’an’ı anlama gayretinin bir göstergesi ve başlangıcı olacaktır. Meal okuyan kişi Allah’ın Kitabını anlama yolculuğunda ilk adımı atmış olmaktadır. Allah’ın yarattığı ayetleri okumak da kolay bir iş değildir. Üstelik belli bir seviyenin üzerinde bir okuma için disiplinli bir çalışma ve yıllar sürecek bir emek gerekir. İndirilmiş ayetlerin de bundan farkı yoktur.
Bir astronomun Güneş ile ilgili bilimsel bir çalışma yürütmesi, Kur’an’ı Arapça orijinalinden okuyup anlamak ve üzerinde çalışmaya benzetilirse, meal okumak Güneş ile ilgili bir ansiklopediden veya internetten bilgi edinmeye benzer. Eğer bu kişi Güneş ile ilgili uzmanlaşmak ve tüm insanlığa faydalı bilgiler vermek istiyorsa bu konuda metodik ve disipliner bir çalışma içerisine girmeli, astronomi biliminin terminolojisini öğrenerek doğru çalışmayı yapmak ve kendisini geliştirmek için gayret göstermelidir. Bunu herkes yapamaz, gerekli de değildir. Ancak herkes interneti kullanarak Güneş hakkında belli bir seviyede bilgi sahibi olabilir.
Kısacası dili bilinmeyen bir metnin seslendirilerek telaffuz edilmesi zaten okuma olarak adlandırılamaz. Dolayısıyla Kur’an’ı Arapça kelimeleri seslendirerek okumak, aslında okumak değil, sayıklamaktır. Arapça bilmeyen birinin yapması gereken meal okumaktır. Kur’an okumak ise uzmanlık gerektiren bir iştir. Üstelik bu durum bir Arap için de bir Türk için olduğundan farklı değildir. Bir eylemin Kur’an okumak adını taşıyabilmesi için Kur’an’ın içeriğine, metoduna, diline ileri seviyede hakimiyet gerekir. Bu konularda birikimi olmayan bir Arabın yaptığı sıradan bir okuma ile bir Türk’ün meal okuması arasında büyük bir fark yoktur. Her ikisi de belli bir seviyede bir şeyler anlayacaktır. Kur’an’dan hayatına yön verecek şekilde, hareketlerini bağlayıcı hükümlere ulaşmak sıradan bir Arap için de mümkün değildir.
İşte bundan dolayıdır ki Kur’an’da, Kitap üzerinde çalışan kişiler ile diğer insanlar birbirlerinden ayrılmıştır. Allah’ın Kitabı üzerinde uzman olan kişiler için “ehl-i Kitap” ifadesi kullanılırken, sadece Kitap indirilmiş bir topluma mensup olan sıradan insanlar için “ûtu’l Kitap” ifadesi kullanılır. Hatta Kitap bilgilerinin derecelerine göre “ilim verilmiş olanlar”, “ilim sahipleri”, “ilimde derinleşmiş olanlar” gibi pek çok tasnif yapılmıştır. Bütün bunlar Kur’an üzerinde çalışmanın ayrı bir iş olduğunu, herkes tarafından yapılmasının da mümkün olmadığını göstermektedir. Tabi uzman olan kişilerin de insan olması, isteyen ve gerekli gayreti gösteren herkesin Kur’an üzerinde ileri seviyede çalışabileceğini de gösterir. Yeterince emek veren herkes Allah’ın yardımı ve izniyle Arapçayı çok iyi derecede öğrenebilir, Kur’an’ın metoduna hakim olabilir. Kur’an kavramlarını Kur’an’dan öğrenmenin yolunu kavrayabilir ve bu konuda bilgili olanlarla birlikte çalışarak kendini geliştirebilir. Buna da ancak saygı duyulur. Ancak Arapça’yı iyi derece bilmeden, sadece meal okuyarak bilgiçlik taslamak, ayet yorumlamak, ahkâm kesip fetva dağıtmak, olur olmaz yerlerde araba plakası okuyor gibi ayet numaraları fışkırtmak bir mümine yakışmayan hadsizliklerin başında gelir. Hele hele Kur’an’ın ne dilini ne metodunu bilmediği halde, beğendiği mealcinin ayete verdiği çarpık anlamlarla, kendi işkembesinden çıkardığı komik bir metodolojiyle insanları doğru olduğunu sandığı yola çağırmak için kitap yazıp program yapmak, bir insanın dünya hayatında düşebileceği en alçak seviye olsa gerektir.
Sonuç olarak meal okumak her müminin hayat boyu sürdürmesi gereken Allah’ın Kitabını anlama görevinin en alt kademesi, başlangıç seviyesidir. İmkanları ölçüsünde herkes bu seviyeyi yükseltebilir. Bu seviye sadece Allah’ın Kitabını anlamak, temel emirleri, ibadetleri kavramak içindir. Anlaşılmayan yerler her zaman olacaktır. Bunun için yapılması gereken Rabbimizden yardım istemek ve ayetleri doğru anlamak için bu konuda doğru çalışmaları yaptığı bilinen kişilerden yardım alarak çalışmaktır. Allah samimi kullarını mutlaka gerçeğe ulaştırır. Bu gibi anlaşılamayan noktaları aşmada zaman zaman birkaç meali birlikte okumak bile etkili bir yöntem olmaktadır. Unutulmamalıdır ki bahsini ettiğimiz kitap Allah’ın Kitabıdır. Allah’ın yarattığı bir ayeti anlamak bile çoğu zaman birkaç nesil süren bir iştir. Meal ve tefsir yazan alimlerin bile anlayamadıkları, içinden çıkamadıkları sayısız ayet vardır. Bu çok normal bir durumdur.
Ayrıca mealin Kur’an olmaması ibadetleri meal okuyarak yapmanın da mümkün olmadığını gösterir. Rabbimiz şöyle buyurur:
وَإِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَأَنصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ وَاذْكُر رَّبَّكَ فِي نَفْسِكَ تَضَرُّعًا وَخِيفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالْآصَالِ وَلَا تَكُن مِّنَ الْغَافِلِينَ
Kur’ân okunduğu zaman ona kulak verin ve sessiz olun ki iyilik bulasınız. Öğle ve ikindide, içten içe yalvararak, korku içinde, yüksek olmayan bir sesle Rabbini zikret. Sakın ilgisiz davrananlardan olma! (A’râf 7/204-205)
Ayette günün belli vakitlerinden bahsedilmesi buradaki zikrin namaz, okunan Kur’an’ın da namazda yapılan kıraat olduğunu gösterir. Bu da demektir ki namazda Kur’an okunacaktır. Bir meal asla Kur’an olamayacağına göre namazda meal okunarak ibadet yapılamaz. Zikir ifadesinin akılda tutulan bilgi anlamına gelmesi namazda okuduğumuzu anlamanın tercih edilmesi gereken bir şey olduğunu gösterir. Ancak bu, namazda okunanın meal değil Kur’an olması zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Bazı kişiler Nisâ Suresinin 43. ayetinden hareketle namazda kişinin ne dediğini anlaması gerektiğini öne sürseler de o ayet buna delil olmaz. Çünkü ayette ne dediğini bilmekten bahsedilmektedir, anlamaktan değil. Kişi okuduğunun ayet olduğunu biliyorsa namazını kılar. Olması gereken, namazda okunan surelerin anlamlarını da bilmek ve zihinde canlandırmaktır. Bir mümin bunun için çaba sarfetmelidir. Bunu yapamamak en hafif ifadeyle ayıptır. Ancak okuduğu ayetin Türkçe anlamını bilmeyen birinin mealle namaz kılması caiz görülemez. Çünkü meal Kur’an olmadığı için meal okumak da kıraat olmayacaktır.
Günümüzde var olan Türkçe meallerin sayısı yüzlerle ifade edilmektedir. Buna rağmen Allah’ın dininin Türkçe konuşanlar arasında hakim olduğu söylemekten çok uzak olduğumuz da ortadadır. O halde ya meal okuyucusu sayısı meal yazanların zannetikleri kadar fazla değildir, ya da yazdıkları mealler anlaşılmamaktadır. Bu konudaki şahsi kanaatimiz birinci ihtimalin doğru olduğu yönündedir. Türkçe konuşan insanların büyük çoğunluğunun dinlerini kaynağından öğrenip yaşamak gibi bir dertleri bulunmamaktadır. Meallerin çok olmasının sebebi okuyucunun fazlalığından değil, kendisini göstermek isteyen hocaların fazlalığındandır.
Allah’ın Kitabını okumaya nereden başlayacağını bilemeyen, meallerdeki farklılıklardan dolayı hiçbir meale güvenmeyen, Arapça da bilmeyen kardeşlerimiz meal okumaktan vaz geçmemelidirler. Hatta aynı anda birden fazla meal okumalıdırlar. Böylece bir ayetle ilgili farklı mealler gördüklerinde okuduklarının sadece meal olduğunu, Kur’an olmadığını hatırlamaları kolay olacaktır. Bu gibi ayetler ve anlamadıkları noktalarla ilgili Allah’tan yardım isteyip bilenlere danışmaları ve verilen meali kendilerine açıklamalarını istemeleri faydalı olacaktır.