Bu yazı, 1990 yılında yayımlanmış makalenin bir bölümüdür ve 1912-1914 yıllarında İslâm aleminde yaşanan sorunların ve acıların sebeplerini ele alıp Kur’an’dan çözüm yolları arayan Mehmet Akif’in, düşüncelerini yansıtan bir muhtevaya sahiptir.[1] Mehmet Kaplan’ın ifadesiyle “Akif’in ele aldığı tarzda bir İslâmiyet, bugün Türkiye’yi en ileri bir memleket seviyesine ulaştırabilirdi. Tanrıya olduğu kadar insana, ahirete olduğu kadar dünyaya, imana olduğu kadar ilme de değer veren bir din anlayışıdır bu.”[2] Nitekim yazıdaki bu içerik, günümüzdeki sorunlarla ve çözüm yollarıyla mukayese edildiğinde Akif’in sahip olduğu İslâm anlayışının, toplum hayatında ne kadar makes bulduğunu, ya da bulamadığını gösterecektir.
Mehmet Akif, İslam âleminin çöküşünü ve yıkılışını yaşamış bir düşünür olarak bu çöküşün sebeplerini, başkalarında aramaktan ziyade Müslümanların sahip olduğu zihniyette arar. Akif’e göre Batı, “ tek dişi kalmış canavar” olarak kendi karakterinin gereğini yapmıştır ve yapmaktadır. Zira yılanın görevi sokmak, insanın görevi ise yılana sokulmamaktır. Ama Müslümanlar, bunun gereğini yapmamışlar veya yapamamışlardır. Bu sebeple suçlu, Batı kadar, hatta ondan daha fazla İslâm’ı yanlış anlayıp, yanlış uygulayan Müslümanların bizzat kendisidir. Çünkü Müslümanlar, tembellik yapmışlar, cahil kalmışlar ve tefrikaya düşmüşlerdir. Bu durumu düzeltmek, yine Müslümanlara düşen bir görevdir. Zira bir millet kendi öz benliğini değiştirmedikçe, Allah onu değiştirmemektedir. Bu ilahî bir kanundur. Bu nedenle Akif, bir yandan tercüme ettiği makaleler yoluyla Müslümanları uyaran fikirler ve düşünceler üretirken; bir yandan da konularını ve muhtevasını Kur’an’dan alan şiirler yazmaya devam etmiştir. Ona göre çare, öze dönüştedir, İslam’ı aslî şekliyle anlayıp yaşamadadır, çalışmadadır, birlik ve beraberliğini korumadadır.
Akif bu duygu ve düşünceler içinde yaşayıp giderken 8 Ekim 1912 tarihinde Balkan Savaşı başlar ve bunu, 15 Ekim 1912 tarihinde Osmanlı’nın Libya’yı kaybedişi takip eder. Cephelerden her gün yeni acı haberler gelmekte ve İstanbul’un üzerine bir kâbus gibi çökmektedir. Kayıplar karşısında duyulan acılar sonsuzdur. Bir taraftan askerî alandaki yenilgilerin dayanılmaz acısı, diğer taraftan bütün olayların tek müsebbibi olarak İslam’ın gösterilmesi gayretleri, Akif in ıstırabını daha da artmıştır. O, zaferden zafere koşan bir milletin, zirveye çıkan merdivenden aşağıya inişini ve çöküşünü görüyor, her samimi müminin yaptığı şeyi yapıyor ve Allah’a sığınıyordu.
Tarih 27 Aralık 1912. Akif Al-i İmran suresinin 26. ayetini konu olarak ele alıyordu. Ayette, “Ya Muhammed de ki: Ey mülkün sahibi olan Allah’ım, Sen mülkü dilediğine verirsin, sen mülkü dilediğinden alırsın. Sen dilediğini aziz edersin, Sen dilediğini zelil edersin. Hayır yalnız senin elindedir. Sen hiç şüphe yoktur ki her şeye kadirsin.” buyrulmaktaydı. Akif, bu muhtevayı, on kıt’alık bir şiirle yorumlayarak şöyle diyordu:
“İlâhî, ‘malikil mülküm’ diyorsun… Doğru âmenna,
Hakîkî bir tasarruf var mıdır insan için? Asla.
Eğer bir millet, edip bir mülkü istilâ;
Eğer vermişse bir millet bütün bir mülkü bî-perva;
Alan Sensin, veren Sensin, Senin hükmündedir dünyâ.
İlâhî altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı…
Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı.
Ezanlar sustu… Çanlar inletip durmakta âfâkı.
Yazık: Şarkın semâsından Hilâlin geçti işrâkı.” (Doğuş)
Bu satırlar, acılar karşısında inanan bir şairin göstereceği ilk ve tabiî tepkinin bir sonucuydu. Kadere iltica etmek, olayları büyük bir tevekkülle karşılamak, hadiselerin şokundan kurtulmanın ilk ve zorunlu şartıydı. Daha sonra kendine gelme, düşünme ve çare arama dönemi gelmişti. Akif’e göre çare, “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm, 53/39) ayetiyle emredilen, çalışma idi. Bütün bu acıların, zulmün ve geriliğin tek sebebi vardı, o da tembellikti. Çalışan kazanmıştı. Biz de kazanmak istiyorsak, çalışmalıydık. Zira bu bir sosyal kanundu.
Tarih 17 Ocak 1913. Akif, düşünme döneminde kendisiyle hesaplaşıyor ve Neml sûresinin 52. ayetinde, İslam âleminin başına gelen bütün bu felâketlerin sebebini anlamaya çalışıyordu. Ayette, “İşte sana, onların kendi yolsuzlukları yüzünden, ıpıssız kalan yurtları” denilmekteydi.
Bu ayet, Akif’e şu ilhamı vermişti:
“Geçenler varsa İslam’ın şu çiğnenmiş diyarından;
Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz mezarından;
Yürekler parçalar bir nevha (ölüye sesli ağlama) dinler rehgüzârından (yoldan geçenler).
Hele ilânı zamanında şu mel’un harbin,
Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garbın;
O da Allah’ı bırakmakla olur herzesini
Halka iman gibi telkin ile dinin sesini
Susturan abdalın idrakine bol bol tükürün…”
Akif’e göre, insanlar kendi felaketlerini kendileri hazırlıyordu. Tefrika, çekişme ve ayrılık, milletleri içinden çökerten ve felaketlerini hazırlayan en büyük etkendi. Olan olmuş, vatanın o güzelim yerleri tek tek elden çıkmıştı. Ama eli bağlı olarak da öyle kalınmamalıydı. Bir kere tefrikayı bırakmalı, birlik ve beraberlik içinde tek yumruk gibi olunmalıydı. Allah’ı bırakmak isteyenlere aldırmadan, O’na daha da sıkı bir şekilde sarılmalı ve ümitsizliğe düşülmemeliydi.
14 Mart 1913 tarihinde yazdığı şiirinin konusu Yusuf sûresinin 87. Ayetidir. Akif “Oğullarım, gidiniz de Yusuf ile kardeşini araştırınız, hem sakının, Allah’ın inayetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zira kâfirlerden başkası Allah’ın inayetinden ümidini kesmez.” ayetini, şöyle yorumluyordu:
“Atîyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa, eminim budur ancak
Ye’s öyle bataktır ki: düşersen boğulursun.
Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun.
Hüsranına rıza verme… Çalış… Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma.
Sahipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.”
Kur’an’da zikredilen olaylar, inananlar için birer örnektir. Herkes kendi durumuna uygun bir örneği, Kur’an’da bulabilir. Nitekim Hz. Yakup da iki oğlunu kaybetmiş, fakat asla ümitsizliğe düşmemiştir, içinde bir ümit ışığı daima yanmıştır. Araştırmadan, çalışıp çabalamadan da ümidini kaybetmek istememiştir. Bunun için de oğullarını Mısır’a gönderirken, “Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz” demişti. Ayrılığın acı ve ıstırabını yaşamış, fakat neticede arzusuna nail olmuş ve iki oğluna da kavuşmuştu. Akif de çok sevdiği vatanının birçok yerini kaybetmiş ve onun acısını yaşamıştı. Ama ümitsiz değildi. Bir gün bu vatanın kurtulacağından emindi. Kendisine teselli verecek ve halkının ümidini artıracak bir örneğe ihtiyacı vardı. O da Hz. Yakub’un Kur’an’da zikredilen bu kıssasıydı. Bu kıssa hiç şüphesiz boşuna zikredilmemişti. İbret alınması ve bu gibi durumlarda olay kahramanı ile özdeşleşilmesi için nakledilmişti. İşte Akif, milletin Hz. Yakub’la özdeşleşmesini istiyor ve O’nun gibi düşünmesi ve ümitsiz olmamasını istiyordu:
“İş bitti… Sebatın sonu yoktur deme; yılma.
Ey millet-i merhume, sakın ye’se kapılma” diyerek, Kur’an’dan aldığı ilhamla millete ümit ışığı sunuyor ve direnme gücü aşılıyordu.
Tarih 28 Mart 1913. Akif bu defa “İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak eder misin Allah’ım.” (A’raf, 7/155) ayetini ele alarak Allah Teâlâ’ya bir serzenişte bulunuyor ve şöyle diyordu:
“Yârab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?
Mahşerde mi biçârelerin, yoksa felahı.
Nur istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun,
‘Yandık’ diyoruz… Boğmaya kan gönderiyorsun.
Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran iman,
Olsun mu beş on sersemin ilhadına kurban.
Enfâs-ı habîsiyle (kötü nefisler) beş on ruh-i leîmin, (alçak ruh)
Solsun mu o parlak yüzü Kur’an-ı Hakimin?
Mazlumu nedir ezmede, ezdirmede mâna?
Zalimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ.
Cani geziyor dipdiri… Can vermede ma’sum,
Suç başkasınındır da niçin başkası mahkum?
Eyvah, Beş on kâfirin imanına kandık;
Bir uykuya daldık ki: Cehennemde uyandık.
Madama ki, ey Adl-i İlâhî yakacaktın,
Yaksaydın ya mel’unları… Tuttun bizi yaktın.”
Akif, bu şiiriyle sevgiliye yapılan bir sitem gibi, Allah’a sitemde bulunmakta, şayet bu bir ceza ise, cezanın hak edenlere verilmesini istemektedir. Zira inanan bu millet, bu cezaya müstahak değildir. Üç beş dinsize kızarak, çoğunluğa bu tür bir ceza verilmemeliydi. Akif, Hz. Musa’nın Allah’a söylediği sözü örnek alarak, kendisi de Hz. Musa gibi, Allah’a bu belanın sebebini soruyordu. Hz. Musa, Rabbi ile buluşmak üzere kavminden ayrıldıktan sonra, kavmi bir buzağı yapmış ve ona tapmaya başlamıştı. Üstelik Allah’ı da açıkça görmek istemişlerdi. Bunun üzerine onları bir sarsıntı yakalamış ve hepsi baygın düşmüştü. Hz. Musa işte o zaman “İçimizdeki beyinsizlerin yüzünden bizi helak mı edeceksin?” diye Allah’a sitemde bulunmuştu. Hiç şüphesiz bu imtihandı ve Hz. Musa, Allah’tan özür dilemişti. Akif de şiirine bu ayeti konu alarak, milletin başına gelen bu belâdan dolayı, aynı duygular içinde Allah’a “Bizi üç beş beyinsizin yüzünden helak etme” diyor ve
“Yetmez mi musab olduğumuz bunca devahî (belâlar)
Ağzım kurusun. Yok musun ey Adl-i İlâhî” diye dua ediyordu.
Prof. Dr. Celal Kırca
(Devamı haftaya)
YAZARIMIZIN DİĞER YAZILARINI OKUMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] Bu yazı, Celal Kırca, “Mehmet Âkif’in Şiirlerine Konu Ettiği Ayetler ve Tahlili”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Kayseri 1990, sayı 4, s 257-271 de neşredilen makalenin, Celal Kırca, Kur’an ve Sosyal Hayatımız, Ankara 2018, s.72-81’deki gözden geçirilmiş yeni şeklinden iktibas edilmiştir.
[2] Mehmet Kaplan, Büyük Türkiye Rüyası, İstanbul 1969, s.141
ALLAH, celle şânuhu, sizden râzı olsun; ilminizi fehminizi arttırsın üstâd! ŞÂHÂNE BİR ÇALIŞMA BU!