Ferid Kam, yakın dostu Mehmet Âkif’e yazdığı 30 Mayıs 1913 tarihli mektubunda, “İhtimal ki ‘san’at san’at içindir; san’attan maksat yine san’attır, san’atta dinî, ahlâkî siyasî bir gâye aramak abestir’ diye senin mesleğine i’tirâz edenler, onu hoş görmeyenler vardır. Fakat o halde, yani san’at hakkındaki bu düstûr kabul edildiği takdirde onu dinsizliğe, ahlâksızlığa da âlet ittihaz etmemek lâzım gelir. (…) Sen san’atta gâye aramıyorsun; lâkin gâyede san’at arıyorsun. Mesleğin tamamıyla maksadını te’mine kâfidir. Hemen feyyâz kalemine istediği cevelânı ver, ciddî eserlere teşne olanları feyz-i kaleminle reyyân et. Safahât’ın bu kısmını teşkil eden manzumelerin menbaı, Furkān-ı Hakîm olduğundan hepsinin ilhâm-ı mahz eseri olduğunu söylemek zaittir. Hemen söyle, hemen yaz. Tevfik-ı Huda refikin olsun azizim.”[1] diyordu. Âkif de onun bu mektubunu, Safahat’ın üçüncü kitabı Hakkın Sesi’ nin sonuna koyuyor, bir anlamda ona takriz niteliği kazandırıyordu. Zira bu mektup Akif’in o dönemde yaşanan sosyal olaylara karşı Kur’an’dan aldığı ilhamla yazdığı şiirler ile doğrudan ilgiliydi.
8 Ekim 1912’de başlayan Balkan Savaşı’nı, 15 Ekim 1912’de Osmanlı’nın Libya’yı kaybedişi takip etmiş; cephelerden her gün gelen acı haberler, İstanbul’un üzerine bir kâbus gibi çökmeye başlamıştı. Verilen kayıplar karşısında duyulan acı ve ıstırap ise sonsuzdu. Bir de buna, bütün olumsuzlukların baş sorumlusu olarak İslam’ın gösterilmesi gayretleri, Mehmet Âkif’i derinden etkilemiş ve ıstırabını daha da artırmıştı. Bu acıklı durumun kendisinde meydana getirdiği halet-i ruhiye sebebiyle olmuş olacak ki Kur’an’dan aldığı ilhamla duygu ve düşüncelerini dile getiren bir şiir yazmıştı. Ancak onun bu şiiri, diğer şiirlerinden farklı bir niteliğe sahipti. Zira Aralık 1912 tarihli bu şiirine konu olarak Âl-i İmrân suresinin 26. ayetini seçmişti.
Ayette, “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım, sen mülkü dilediğine verirsin; sen mülkü dilediğinin elinden alırsın; sen dilediğini aziz edersin; sen dilediğini zelîl edersin; hayır yalnız senin elindedir; sen, hiç şüphe yok ki, her şeye kadirsin” deniliyordu. Âkif, bu âyeti yaşadığı duygusal travma ve atmosfer içinde yorumlarken,
“İlâhî, “mâlike’l-mülküm” diyorsun… Doğru, âmennâ.
Hakīkī bir tasarruf var mıdır insan için? Aslâ!
Eğer almışsa bir millet, edip bir mülkü istilâ;
Eğer vermişse bir millet bütün bir mülkü bî-pervâ;
Alan Sensin, veren Sensin, Senin hükmündedir dünyâ.” [2] diyerek Allah’a iltica ediyordu.
Bu sözler, acılar karşısında inanan bir sanatkârın göstereceği ilk ve tabiî tepkinin bir sonucuydu. Kadere iltica etmek, olayları büyük bir tevekkülle karşılamak, hadiselerin şokundan kurtulmanın ilk ve zorunlu şartıydı. Daha sonra onun için kendine gelme, düşünme ve çâre arama dönemi gelecekti.
Âkif’e göre çare, “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur”[3] âyeti ile emredilen, “çalışma” idi. Bütün bu acıların, zulmün ve geriliğin tek sebebi vardı, o da tembellikti. Çalışan kazanmıştı. Müslüman da kazanmak istiyorsa, çalışmalıydı. Zira bu, bir sosyal kanundu. Bu nedenle o,
“Kadermiş!” Öyle mi? Hâşâ; bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi… Doğrusu bu.
Taleb nasılsa, tabî’î, netice öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimali mi var?
“Çalış!” dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya![4] diyerek çalışmayan Müslümanların tevekkül anlayışlarını şiddetle eleştiriyordu.
Âkif, düşünme döneminde kendisiyle hesaplaşıyor ve İslâm âleminin başına gelen bütün bu felâketlerin sebebinin de Neml suresinin 52. âyetinde, belirtildiğini görüyordu. Bu âyette “İşte sana, onların kendi yolsuzlukları yüzünden, ıpıssız kalan yurtları” buyrulmaktaydı. Âyet, Âkif’e şu ilhamı vermişti:
“Geçenler varsa İslâm’ın şu çiğnenmiş diyârından;
Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz mezârından;
Yürekler parçalar bir nevha dinler reh-güzârından.
…….
Hele i’lânı zamanında şu mel’un harbin,
“Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garbin;
O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini,
Halka îman gibi telkīn ile, dînin sesini
Susturan abdalın idrâkine bol bol tükürün!..
Yine hicran ile çılgınlığım üstümde bugün…
Bana vahdet gibi bir yâr-ı müsaid lâzım!
Artık ey yolcu bırak… Ben, yalnız ağlıyayım!” [5]
Bu şiirini Âkif, birinci şiirinden tam yirmi gün sonra yazmıştı. Âkif e göre, insanlar kendi felâketlerini kendileri hazırlıyordu. Tefrika, çekişme ve ayrılık, milletleri içinden çökerten ve felâketlerini hazırlayan en büyük etkendi. O “Bana vahdet gibi bir yâr-ı müsâid lâzım” derken, bunu ifade ediyordu. Olan olmuş, vatanın o güzelim yerleri tek tek elden çıkmıştı. Ama eli bağlı olarak da öyle kalınmamalıydı. Bir kere Müslümanlar, tefrikayı bırakmalı, birlik ve beraberlik içinde tek yumruk gibi olmalıydı. Allah’ı ve dini İslam’ı bırakmak isteyenlere aldırmadan, O’na daha da sıkı bir şekilde sarılmalı ve asla ümitsizliğe düşülmemeliydi. Bu nedenle 21 Şubat 1913’de yazdığı şiirin konusunu bu defa, bir hadisten alan Âkif, bu şiirinde tefrikayı, gruplaşmayı ve ayrılığı yeriyor, kavmiyetçilik yaparak, devletten ayrılmak isteyenleri şiddetle tenkit ediyordu.[6]
14 Mart 1913 tarihinde yazdığı dördüncü şiirinin konusu ise Yusuf sûresinin 87. ayetiydi: “Oğullarım, gidiniz de Yusuf’la kardeşini araştırınız, hem sakın Allah’ın inâyetinden ümidinizi kesmeyiniz; zîrâ kâfirlerden başkası Allah’ın inâyetinden ümîdini kesmez” meâlindeki âyeti, şöyle yorumluyordu:
“Atîyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa, eminim budur ancak.
………
Ye’s öyle bataktır ki: düşersen boğulursun.
Ümmide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
………
Hüsrâna rızâ verme… Çalış… Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!
………
Sahipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.[7]
Kur’ân’da zikredilen her kıssa ve her olay, inananlar için birer örnektir. Zira herkes kendi durumuna ve konumuna uygun örneği, Kur’ân’da bulabilmektedir. Hz. Yakup da iki oğlunu kaybetmiş, fakat asla ümitsizliğe düşmemiş, içinde daima bir ümit ışığı yanmıştır. Araştırmadan, çalışıp çabalamadan da ümidini kaybetmek istememiştir. Bunun için de oğullarını Mısır’a gönderirken, onlara “Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz” demişti. Ayrılığın acı ve ıstırabını yaşamış, fakat neticede arzusuna nail olmuş ve iki oğluna da kavuşmuştu.
Âkif de çok sevdiği vatanının birçok yerini kaybetmenin acısını yaşamıştı, ama ümitsiz değildi. Vatanın bir gün bu tehditlerden kurtulacağından emindi. Kendisine teselli verecek ve halkının ümidini artıracak bir örneğe de ihtiyacı vardı. O da Hz. Yakub’un Kur’ân’da zikredilen bu kıssasıydı. Bu kıssa hiç şüphesiz boşuna zikredilmemişti. İbret alınması ve bu gibi durumlarda olay kahramanı ile bir anlamda özdeşleşilmesi için nakledilmişti. İşte Âkif, milletin de Hz. Yakub’dan ders almasını, onun gibi düşünmesini ve ümitsiz olmamasını istiyordu:
“İş bitti… Sebâtın sonu yoktur” deme; yılma.
Ey millet-i merhume, sakın ye’se kapılma” diyerek, Kur’ân’dan aldığı ilhamla millete ümit ışığı sunuyor ve direnme gücü aşılamaya çalışıyordu.
28 Mart 1913 tarihli beşinci şiirinin konusu, bu defa A’raf sûresinin 155. âyeti idi. Bu âyette “İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak eder misin Allah’ım” buyruluyordu. Âkif, de Allah Teâlâ’ya bir serzenişte bulunarak şöyle diyordu:
“Yârab, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!
Nur istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun!
“Yandık!” diyoruz… Boğmaya kan gönderiyorsun!
………
Eyvâh! Beş on kâfirin îmânına kandık;
Bir uykuya daldık ki: Cehennemde uyandık!
Mâdâm ki, ey Adl-i İlâhî, yakacaktın…
Yaksaydın a mel’unları… Tuttun bizi yaktın![8]
Âkif, bu şiiriyle sevgiliye yapılan bir sitem gibi, Allah’a sitemde bulunuyor, şâyet bu bir ceza ise, bu cezanın hak edenlere verilmesini istiyordu. Zira Allah’a inanan bu millet, ona göre bu cezaya müstahak değildi. Üç beş dinsize kızarak, çoğunluğa bu tür bir ceza verilmemeliydi. Bu nedenle Âkif, Hz. Musa’nın Allah Teâlâ’ya söylediği sözü örnek alarak, kendisi de Hz. Musa gibi, Allah’a bu belânın sebebini soruyordu.
Hz. Musa, Rabbi ile buluşmak üzere kavminden ayrıldıktan sonra, kavmi bir buzağı yapmış ve ona tapmaya başlamıştı. Üstelik Allah’ı da açıkça görmek istemişlerdi. Bunun üzerine onları bir sarsıntı yakalamış ve hepsi baygın düşmüştü. Hz. Musa işte o zaman “içimizdeki beyinsizlerin yüzünden bizi helâk mı edeceksin?” diye Allah Teâlâ’ya sitemde bulunmuştu. Hiç şüphesiz bu imtihandı. Ve Hz. Musa, daha sonra Allah’tan özür dilemişti.[9]
Âkif de bu âyeti, şiirine konu yapmış ve milletin başına gelen bu belâdan dolayı, Allah’a “bizi üç beş beyinsizin yüzünden helâk etme” diye yalvarmış, sonra da
“Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devahî?
Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlâhî!” deme ihtiyacını hissetmişti.
Âkif e göre Kurân-ı Kerîm, her şeyin çaresini göstermişti. O da “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[10] âyeti ile ifade edilen “bilgi” idi. İnsan bilgi vasıtasıyla, bütün problemlerini çözebilir, kendisine bir çıkış yolu bulabilirdi. Çünkü bilenle bilmeyen asla eşit değildi. Bilen kişi, olay ne kadar vahim olursa olsun, onun üstesinden gelebilecek bir donanıma sahip demekti. İşte Âkif, 11 Nisan 1918 tarihli şiirine konu olarak bu âyeti seçmiş ve şöyle yorumlamıştı:
“Olmaz ya… Tabiî… Biri insan, biri hayvan!
Öyleyse “cehâlet” denilen yüz karasından,
Kurtulmaya azmetmeli, baştan başa millet.
Kâfi mi değil yoksa, bu son ders-i felâket?
………
Eyvah! bu zilletlere sensin yine illet…
Ey derd-i cehâlet, sana düşmekle bu millet,
Bir hâle getirdin ki: ne din kaldı ne nâmus!
Ey sîne-i İslâm’a çöken kapkara kâbus,
Ey hasm-ı hakīkī, seni öldürmeli evvel:
Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el.[11]
Âkif e göre en büyük düşman cahillikti. Zira Müslümanların başına hangi belâ gelmiş ise sırf bu yüzden gelmişti. Zira devleti perişan edip düşmanları galip getiren Müslümanların cahilliği idi. Bu nedenle cahilliği yenmeden, düşmanı yenmenin imkânı yoktu. Âkif , bu gerçeği mısralara dökerek, âyetin veciz bir yorumunu yapıyordu. Amacı, bu gerçeğin daha iyi anlaşılması ve milletin uyanmasıydı. Çünkü din düşmanları, geriliğimizi ve mağlubiyetimizi, İslâm’a bağlıyorlar, ondan kurtulmadıkça da asla terakki edeceğimizi söylüyorlardı. Halbuki, kurtulmak istedikleri İslam, inananlara çalışmayı ve bilgi sahibi olmalarını emrediyordu. Zira İslam, cehâletin her çeşidini yeriyor ve ilmi teşvik ediyordu. Âkif ise, Müslümanlara ait hataların, dine mal edilmesine tahammül edemiyor, ortada bir suçlu varsa bunun, İslâm dini olmadığına inanıyordu. Ona göre suçlu, İslâm’ı iyi anlayıp doğru yorumlayamayan Müslümanlardı. Dolayısıyla Müslümanların içinde bulundukları bu acıklı durum, kendilerine izah edilmeli, böylece daldıkları derin uykudan uyanmaları sağlanmalıydı. Âkif de bunu yapıyordu.
Sonuç olarak Âkif’e göre Müslümanların, farkına varamadıkları için kendilerini bu acıklı duruma düşüren, dolayısıyla da bir an önce kurtulması gereken beş temel meselesi vardı ve onlar da şunlardı:
Bu meselelere dair konusunu Kur’an’dan aldığı ilhamla yazdığı şiirleriyle Âkif, sadece bir istiklal marşı şairi değil; aynı zamanda Ferid Kam’ın da isabetle belirttiği gibi mütefekkir bir Kur’an şairi ve yorumcusu olduğunu da gösteriyordu. Onun tespit ettiği bu beş meseleden, günümüze kadar geçen bir asırdan fazla süre içinde değişen ne oldu? Yeterince sorumluluk bilincine sahip bireyler yetiştirebildik mi? Yetiştirildi ise oranı ne oldu? Tembelliği bırakıp çalışmaya ve okumaya başlayan, tefrikayı terk edip yarınlarına ümitle bakan bir toplum oluşturabildik mi? Veya ne kadar oluşturabildik? Maalesef bu soruların net bir cevabı bulunmuyor. Zira bu konularda fert bazında bazı olumlu gelişmeler ve değişimler olsa da, toplumun genelinde ciddî bir zihniyet değişiminin olmadığı görülüyor. Günümüzde bir de bunlara ateizm, deizm ve ahlak erozyonu gibi çok ciddî meselelerin de eklendiğini unutmamak gerekiyor.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1].Bu yazıda, Celal Kırca, Mehmet Akif Bey’in Kur’an Tasavvuru ve Yorumu, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Mehmet Âkif Ersoy, Hazırlayan, Mustafa İsmet Uzun, Ankara 2020, s. 267-284’de yayımlanan yazıdan yararlanılmıştır.
[1] Mehmet Âkif Ersoy, Safahât, İstanbul 1950, s. 234-235.
[2] Mehmet Akif, Safahat , s. 192.
[3] Necm, 53/39.
[4] Safahat, s. 267-268.
[5] Âkif, Safahât, s.197-198.
[6] Âkif, Safahât, s.203,204.
[7] Âkif, Safahât, s.209-210.
[8] Âkif, Safahât, s. 213-214.
[9] Âraf, 7/155.
[10] Zümer, 39/9.
[11] Âkif, Safahât, s.217-218.
[12].Bu yazıda, Celal Kırca, Mehmet Akif Bey’in Kur’an Tasavvuru ve Yorumu, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Mehmet Âkif Ersoy, Hazırlayan, Mustafa İsmet Uzun, Ankara 2020, s. 267-284’de yayımlanan yazıdan yararlanılmıştır.
Rio’da uzlaşma için görüş birliği sağlanamadı. Toplantı sonrası Rio’da başarısız bir darbe girişimi oldu. Dünyayı…
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…
Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…