Merhamet, “Acıma duygusu, bu duygunun etkisiyle yapılan iyilik, lütuf” demektir ve Allah’ın bütün yaratılmışlara olan lütuf ve ihsanlarını ifade eden rahmet kavramıyla da aynı anlamda kullanılır. Bu kavram, aynı zamanda insanları, hemcinslerine ve diğer bütün canlılara karşı duyarlı olmaya ve yardım etmeye sevk eden acıma duygusunu da ifade eder. Türkçede ise merhamet kavramının, hem Allah, hem insanlar için, rahmet kavramının ise özellikle Allah için kullanıldığı görülür. Bu nedenle bu kavramların, insanlara nispet edildiğinde duygusal bir anlam ifade ettiği; Allah’a nispet edildiğinde ise O’nun yarattıklarına in‘âm ve ihsanı, af ve mağfireti anlamlarına geldiği görülmektedir.[1] Dolayısıyla insanî değerlerin özünde yer alan merhamet, sadece bir acıma hissi veya basit bir iyilik yapma isteği değil, aynı zamanda insanları sürekli olarak iyiliğe ve doğruluğa yönelten, onları her alanda olumlu tutum ve davranışlara sevk eden de bir duygudur”[2] ve şefkat kavramıyla da yakın bir anlam içeriğine sahiptir.
Her ne kadar merhamet, insanlarda fıtrî bir duygu olsa da, hayata yansıtılmasında bazı farklılıklar da söz konusudur. Nitekim yaşanan olaylar karşısında kadınların, erkeklerden daha duyarlı ve merhametli oldukları görülmektedir. Dr. Ömer Besim Paşa, bu olguyu, kadılardaki annelik duygusuna bağlar. Ona göre kadın, yaradılışı gereği “anne” olduğundan, daima zayıfı himayeye, ıstırabı olanı teskin ve teselliye meyilli olmuştur. Dolayısıyla da kadını yücelten anneliktir. O annelik hissidir ki kadını daha yumuşak huylu, daha şefkatli, daha cesur ve kararlı kılmaktadır. Bundan dolayıdır ki küçüklüğümüzde her hastalanışımızda yatağımızın başucunda o şefkatli annemizi veya kız kardeşimizi görmüşüzdür. Bu nedenledir ki anne, kız kardeş ve eş, en fedakâr kimselerdir.[3]
İslâmiyet de insanlardaki bu merhamet, ve şefkat duygularını geliştirmeye yönelik ilkeler getirmiş ve onun sosyal çevresiyle olan ilişkilerini canlı tutacak ve sağlıklı intibaklar yapmasını sağlayacak yöntemler geliştirmiştir. Bunlar arasında paylaşma, muhtaçlara yardım etme ve hastalara bakma da önemli bir yer tutar. İslâm, insana hizmeti ibadetin bir türü kabul eder, bu nedenle de hasta ziyareti ve bakımını özellikle teşvik eder. Zira bu onlar için bir iyiliktir ve “iyilikte yardımlaşınız”[4] emrini yerine getirebilmek için yapılan yarışın da bir tezahürüdür.
İslâm, erkek ve kadınların hak ve görevlerini savaş ve barışta olmak üzere iki temel esas üzerine tanzim etmiştir. Buna göre kadın, savaşa iştirak etmekle yükümlü değildir. Zira kadın, savaş öncesi insan gücünü hazırlayan, yetiştiren ve çilesini çeken bir varlıktır. Bu sebeple bir de sıcak savaşın çilesini ayrıca çekmemelidir. Bununla birlikte kadın, hiç bir zaman harbe iştirak etmeyecek demek de değildir. Kadın şayet arzu eder ve yakınları da buna müsaade ederse, gönüllü olarak savaşa katılabilir.[5] Nitekim Uhud Savaşında Ümmü Umâre, bir erkek gibi çarpışmış ve gösterdiği kahramanlık, Hz. Peygamberi hayran bırakmıştır.[6] Gerek Uhud ve gerekse bundan sonraki diğer savaşlarda da kadınlar, geri hizmetlerinde bulunmuşlar; yemek pişirmek, su ve silah taşımak, savaşan askerleri teşvik etmek gibi görevler üstlenmişlerdir. Bunların yanında bazı Müslüman kadınlar, özellikle yaralanan askerleri, hastaları ve ölenleri bulundukları yerden başka bir yere naklederek yaralı olanların yaralarını sarmışlar ve bakımlarını yapmışlardır.[7] Hatta Hz. Peygamberin eşi Hz. Âişe, genç sayılabilecek bir yaşta Uhud savaşma iştirak etmiş ve askerlere su taşımıştır.[8] Ayrıca onun Cemel olayına iştirak ettiği ve savaştığı da bilinmektedir.
Bu konuda ünlü hadis bilgini İmam Buharî’nin de, Sahihinde kadınların cihadı, denizde savaşması, erkeklerle birlikte savaşa iştirak etmesi, su taşıması, yaralıları ve ölüleri nakletmesi ve yaralıları tedavi etmeleriyle ilgili bilgilere yer verdiği görülmektedir.[9] Gerek Buharî’nin ve gerekse diğer hadis bilginlerinin verdiği bu bilgiler, kadının savaştaki yerini ve önemini göstermesi açısından da dikkat çekici bir mahiyet arz eder. Bu konudaki rivayetleri şöyle sıralayabiliriz:
Buharî’nin Rubeyyi bint Muavvız’dan naklettiği bilgi şöyledir: “Biz Hz. Peygamber ile beraber savaşta bulunurduk. Mücahidlere şu verir ve onlara hizmet ederdik. Yaralıları tedavi eder, şehidleri Medine’ye taşırdık”.[10]
Ümmü Atiyye ise, Resulullah ile birlikte yedi savaşa katıldığını, geri hizmetleri gördüğünü, ordunun yemeğini yaptığını, yaralıların yaralarını sardığını ve pek çok yaralıya da hizmet verdiğini söylemektedir.[11]
Hz. Enes de, Ümmü Süleym ve Ensar’dan bir grup kadının Hz. Peygamberle birlikte savaşa katıldıklarını, kadınların su taşıyıp yaralıların yaralarını sardıklarını nakletmektedir.[12]
Hendek savaşında Sa’d b.Muâz, atılan bir okla kolundan yaralanmış ve durumu ağırlaşmıştır. Hz. Peygamber, Mescid-i Nebevinin içine bir çadır kurulmasını ve Sa’d b. Muâz’ın o çadıra yerleştirilmesini emretmiş ve Rufeyde b. Sa’d’ı da hastabakıcı olarak tayin etmiştir. Yine bu kaynakların verdiği bilgiye göre Rufeyde’nin bu işlere eli yatkın olduğu ve yaraları tedavi ettiği nakledilmektedir.
Hz. Peygamber’den sonraki dönemlerde ise kadınların gerek savaş esnasında gerekse savaş dışında hasta bakıcı olarak çalıştıklarına dair elimizde yeterli bir bilgi bulunmamaktadır. Zira bu dönemlerde yazılan eserlerde, Hz. Peygamber dönemine dair yazılan eserlerdeki kadar ayrıntılı ve detaylı bilgiler yer almamakta; bu nedenle ana hatları ile ele alman konulardan da detaylı bilgiler elde etmek her zaman mümkün olmamaktadır. Bununla birlikte verilen bilgilerden bazı ipuçları elde ederek bir takım sonuçlara varmak da tam anlamıyla imkânsız değildir. Nitekim şu bilgi bize bu konuda bir fikir vermektedir:
“Hazret-i Ömer zamanındaki Kadisiye Muharebesine giden Sa’d bin Ebî Vakkas’ın, kırk beş bin kişilik ordusunda yaralıların tedavisi kadınlar tarafından yapıldı. Hatta savaşların ikisinde şehit ve yaralılar pek çoktu. Bunlardan birinde şehit ve yaralı miktarı iki bine varıyordu. Yaralıların tedavisi tamamıyla kadınlara bırakıldı. O kadınlar buna yetecek sayıda idi. O gün gece karanlığına kadar süren harpte İranlıların on bin civarındaki ölüsü ortada kaldı. İran ordusu pek yorgun olduğundan, pek çok miktardaki yaralıları sefil oldu.”[13]
Bu bilgilerden de öğreniyoruz ki Müslüman kadınlar, modern hemşireliğin kurucusu olarak zikredilen Florensce Nightingale’den çok önceleri, hasta bakıcı olarak görev yapmışlardır. Dolayısıyla olaylar ve şartlar değişse de, kadının annelik misyonu, yardım severliği, merhamet ve şefkati asla değişmemiştir. Nitekim “Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar” atasözü, bu gerçeğin bir ifadesi olarak, gönül dünyamızda yer almaktadır.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Mustafa Çağrıcı, Merhamet, TDV İslam Ansiklopedisi, Ankara 2004,28/189.
[2] Merhamet, https//uskudar.edu.tr köşe yazıları.
[3] Nil Sarı, Zuhal Özaydın, Dr. Besim Ömer Paşa ve Kadın Hastabakıcı Eğitiminin Nedenleri, Sendrom Dergisi, Yıl 4, sayı 5, Mayıs 1992, s. 77-78.
[4] Mâide, 5/2.
[5] Muhammed Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, Ter. Kemal Kuşçu, İst. 1963, s. 207.
[6] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Ter. Said Mutlu, İst. 1972, 1/166-167.
[7] Buhari, Sahih, 56/67, 68.
[8] Buhari, Sahih, 56/65-67.
[9] Buhari, Sahih, 56/63-68.
[10] Buhari, Sahih, 56/65.
[11] İbn Mace, Sünen, H. N. 2856.
[12] Müslim, Sahih, Cihad; Ebu Davud, Sünen, H. N. 2531.
[13] Nil Sarı, Zuhal Özaydın, Türk Hemşireliğine Osmanlı Hanımefendileri’nin ve Hilâl-i Ahmer (Kızılay)’in Desteği, Sendrom Dergisi, Yıl 4, Sayı 3, Mart 1992, Sayfa 68.