Bir rüya gördüm dün gece…
Saf, temiz aynı zamanda da mutluluk veren bir rüya idi bu…
Sevginin, saygının, insan hak ve hürriyetlerinin Müslümanlar tarafından gerçek manada dünyada tesis edildiği görüntülerden oluşan bir rüya…
Rüyamda, tatlı bir sabah ezanıyla doğruluyorum yatağımdan, Filistin’deyim…
Peygamberler diyarı Kudüs’te… Dahası ilk Kıblemiz Mescidi Aksa’da…
Miraç mucizesinde Peygamberimiz’e (sav) ev sahipliği yapmış “can Mescidi Aksa…”
Mescidi Aksa’nın müezzini öyle güzel okuyor ki sabah ezanını. Hem de ne ezan… Hücrelerime kadar hissettiğim muhteşem bir ezan bu…
Ama bakıyorum da bu ezanda bir farklılık var. Zira Mescidi Aksa da okunan bu ezanı bütün dünyanın dinlediğini hissediyorum. Canlısından cansızına, hayvanından nebatatına, toprağından taşına bütün dünya semasında yükseliyor Ezanı Muhammedi…
Ama Kudüs’te bir başka yankılanıyor bu ezan. “Allahü Ekber” nidası öyle bir vuruyor ki zeytin dağına, oradan dönen akis, Amerikadan duyuluyor. “EşhedüenneMuhammedürrasulüllah” nidası öyle bir yankılanıyor ki ağlama duvarında, bütün siyonistlerin gözlerinde korku beliriyor. Ama o gün Müslümanlar başta olmak üzere bütün insanlar rahat. Evet, evet herkes de farklı bir rahatlık var o gün… Galiba Müslümanların bayramı o gün. Onun için gönüllere farklı hitap eden bir Ezan-ı Muhammedi okunuyor ve bütün Filistin’liler koşuyor sabah namazı için Mescidi Aksa’ya…
Aman ya rabbi o da ne?
Herkesin yüzünde tarif edemediğim bir mutluluk var. Mutluluktan da öte bir şey bu. Tarifi mümkün olmayan bir duygu… Müslümanların bu halini görüyor ama tarif edemiyorum kendi iç dünyamda. Onların bu mutluluğu farklı bir mutluluk. Belki de yüz yıldır işgal altında bulunan topraklarında, ilk defa bir bayram günü, sabah ve bayram namazına özgürce gitmelerinin mutluluğudur bu…
Bir anda kendimi cemaatin içinde buluyorum. Mükemmel bir cemaat bu… Herkes hazırlanmış, sabah namazına duracak ama başlamıyorlar namaza ve bekliyorlar. Çaresiz ve merak içinde ben de bekliyorum. Herkes niye beklediğini biliyor ama ne hikmetse ben bilmiyorum. Bakınıyorum sağıma soluma. Herkesin yüzünde bir tebessüm görüyorum. Dedim ya farklı bir tebessüm bu… Onlar tebessüm ettikçe benim anlamsızca ağlayasım geliyor. Birkaç damla gözyaşı yanaklarıma süzülürken, zoraki tebessüm ediyorum etrafımda ki Müslüman kardeşlerime. O anda özür dilemek istiyorum Filistin’li kardeşlerimizden. Aslında yanaklarıma süzülen gözyaşlarım Filistinli kardeşlerimden özür dilemek yerine geçiverse… Bu seferde düşünüyorum ki yüz küsur yıllık özür için, çok ağlamam gerekiyor çoook…
Bir anda yanımda İsrail saldırıları sonucu hayatını kaybeden masum çocuklar beliriveriyor. Elbiseleri kanlı ama yüzlerinde tebessüm, boncuk boncuk gözler ile bakıyorlar bana. Ben ise ağlayan gözler ile bakıyorum o boncuk gözlere ve şu cümleler bilinçsizce dökülüveriyor dudaklarımdan:
“Ama” diyorum, “Ama siz ölmediniz mi?”
Bu sorum karşısında tebessüm ederek cevap veriyorlar bana. Hem de ayeti kerimeyle şöyle cevap veriyorlar:
“Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz. Bilakis onlar diridirler. Fakat siz bunu bilemezsiniz”
Bu cevap karşısında tebessüm ederek bakıyorum boncuk boncuk bakan gözlere. “Siz bu ümmetin şerefli evlatlarısınız” diyorum…
Bir anda “geliyor” deniliyor. “Kim” diyorum, “Kim geliyor Allah aşkına?” Herkesin tebessüm ettiği, farklı bir mutluluk içinde beklediği kim ki?
“????”
Derinlerden bir ses “Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (sav) geliyor” diye bağırıyor. Bunu duyunca bir anda heyecanlanıyorum ve kalbim hızlı hızlı çarpmaya başlıyor. Çok sevinmek ve ağlamak arasında bir an gidip geliyorum. “Allahü Ekber” diye bağırmak istiyorum ama bağıramıyorum. Gayri ihtiyari parmaklarımın uçlarında yükseliyorum geleni görmek için ama nafile. Öyle bir parlıyor ki Peygamberimiz, gözlerim kamaşıyor ve göremiyorum hiçbirşey… Gözlerimi açmak istiyorum ama nafile. O anda mescidin içine öyle bir rahiya yayılıyor ki kendimden geçiyorum. O muhteşem rahiya ile ciğerlerimi doldurmak istiyor ve gözlerimi kapatarak derin bir nefes alıyorum.
“Belki” diyorum “Belki ön saflara doğru yaklaşırsam görebilirim nur yüzlü Peygamberimi” Ama bir adım bile atamıyorum. Yanımda ki Filistin’li kardeşim bana; “Uğraşma ve kendini yorma yaklaşamazsın” diyor. Biraz da üzülerek “Neden” diyorum. Karşılığında ise şu cevabı alıyorum:
“İlk safta, Kudüs’ü 637 yılında Fetheden Hz. Ömer ve Sahabe-i Kiram efendilerimiz var. Daha sonra ise, 1099 yılında Kudüs gibi mübarek bir beldede katliam yapan haçlıların elinden, 1187 yılında ‘çevresi mübarek kılınmış bu beldeyi’ haçlılardan kurtaran Selahaddin Eyyübi ve askerleri var. Onların hemen yanında Yavuz Sultan Selim ve Filistin Toprakları için ömrünü harcayan ama siyonistlere bir karış filistin toprağı vermeyen II. Abdülhamit han omuz omuza duruyorlar” diyor, yanımda ki omuz omuza durduğum Filistili kardeşim.
Ama “olsun” diyorum ve kendimi teselli ediyorum. “Peygamberimi göremedim ama sesini duyacağım.” Diyorum. Mihraba geçiyor iki cihan güneşi Peygamberimiz (sav). Öyle güzel bir nida ile alıyor ki namaza başlama tekbirini, amansız bir şekilde içimden birşeylerin koptuğunu akıp gittiğini hissediyorum.
“Aman ya rabbi! Bu ne güzel bir ses ve bu ne güzel bir okuma tarzı” Ömrü hayatımda böyle bir güzel ses ve okuma şekli duymadım ben…
Bir bayram sabahı Kudüs’te Mescidi Aksa’dayım ve Sahabe-i Kiram efendilerimiz ve bütün şehitlerimizle birlikte Peygamberimiz’in (sav) imametinde sabah namazı kılıyorum. Rabbime sonsuz şükrediyorum o anda. O sabah namazında okunan Allah’ın kelamını okuyan Allah rasulü olunca, Fatiha suresi dahi farklı geliyor bana… Gözyaşlarımı tutamıyorum. Gönlümün derinliklerinde bir sızı hissediyorum. Kudüs ve Mescidi Aksa aşkının tezahürü anlaşılan bu sızı. Deruni bir aşk ile okunan ayetleri dinliyorum, sabah namazını kılarken…
“Bütün insanlık için rol model olarak gönderilen” kâinatın efendisi, Yahudiler hakkında inen şu ayeti kerimeleri okuyordu sabah namazında.
Yahudiler: “Allah’ın eli bağlanmıştır/eli sıkı bir cimridir.” dediler. Söyledikleri (bu çirkin söz) nedeniyle elleri bağlandı ve lanetlendiler. (Hayır, öyle değil!) Bilakis, Allah’ın iki eli de açıktır ve dilediği gibi harcar. Andolsun ki Rabbinden sana indirilen (bu Kur’ân), onların birçoğunun azgınlık ve küfrünü arttıracaktır. Biz, onların arasına kıyamete dek sürüp gidecek bir düşmanlık ve kin atmışızdır. Her ne zaman savaş ateşi yakmışlarsa Allah onu söndürmüştür. Yeryüzünde bozgunculuk için çabalarlar. Allah, bozguncuları sevmez. (5/Mâide 64)
“Eğer Ehli Kitap iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, biz elbette onların günahlarını örter ve kendilerini nimetlerle dolu cennetlere yerleştirirdik. Eğer onlar Tevrat’ın, İncil’in ve son olarak Rablerinden kendilerine indirilmiş Olan Kur’an’ın hükümlerini tam olarak uygulasalardı, o takdirde hiç şüphesiz yukarıdan yağıp yerden fışkıracak bereketlerle, başlarının üzerinden ve ayaklarının altından bol bol yerlerdi. Her şeye rağmen içlerinde ölçülü davranıp mutedil yolda giden bir zümre de vardır. Fakat çoğunluğa gelince, onların işleyip durdukları şeyler çok kötüdür. (Maide 65-66)
Bu ayeti kerimeleri dinlerken, gönül sızım birkez daha depreşiyor, Kudüs ve Mescid-i Aksa’ya olan deruni aşkım, gözyaşı olarak birkez daha yanaklarıma süzülüyordu. Her defasında Hz. Musa (as)’a ve yüce rabbimize ihanet eden Yahudiler canlanıverdi hayalimde… Kendi Peygamberlerine bile ihanet etmiş bir kavim olarak çölde sürgün hayatı yaşamamışlar mıydı? Yüce rabbimiz onlara her türlü nimeti bahşetmişken, onlar Allah (cc) ile inatlaşarak soğan ve sarımsak istememişler miydi? Hz. Musa (as) Tur dağına çıktığında, Hz. Harun’u (as) dinlememişler ve altından yaptıkları buzağıya tapınmaya başlamamışlar mıydı? Ve Yahudilerin daha birçok ihanetleri canlanıverdi hayalimde…
Ve en son ihanetleri canlandı gözümde. 1492 yılında bütün dünya yahudi düşmanlığı yapıp onları öldürürken, Osmanlı devletinin onlara sahip çıkmasına rağmen, Çanakkale savaşı sırasında küçük bir katır birliğiyle de olsa itilaf devletlerinin yanında yer alarak Osmalıya da ihanet etmemişler miydi? Bütün engellemelere rağmen, binbir entrika ile Filistin topraklarına yerleşip orada işgalci bir tavırla, Yahudi ırkı dışında ki bütün insanları Goyim olarak görerek öldürmek, insanlık onuruna ihanet değil miydi?
Peygamberimiz’in (sav) okuduğu ayetler bunları bana düşündürürken, bir taraftan da insanlık adına yüreğimin sızısının bana verdiği ıstırap ile gözyaşlarıma hâkim olamıyordum. Diğer taraftan ise namaz sonrası Peygamberimizi görebilme arzusuyla yanıyordum. Ama o da ne? Bir anda kendimi, Mescid-i Aksa’nın bahçesinde buluveriyorum. Şaşkın bir şekilde sağıma soluma bakınırken, semada dalgalanan Ay yıldızlı bayrağımızı görüyorum. Öyle büyük Türk bayrağı ki bu, bütün semayı kaplamış…
“Allahü Ekber”
“Şehitler ölmez” dercesine dalgalanıyor bayrağımız…
“Bütün dünyaya adalet dağıtacağım, İslam Medeniyetini tekrar dünyaya hâkim kılacağım” dercesine o kadar güzel dalgalanıyor ki…
Bütün manevi duygularım kabarıyor bir anda…
“Allahü Ekber, Allahü Ekber” diye bağırıyorum.
Sonra bir anda Mescidi Aksa’nın bahçesinde nöbet tutan Mehmetçikler ilişiyor gözüme. Gözümüzün nuru Mehmetçiğimiz….
Biraz yaklaşıyorum yanlarına, bir tanesi kocaman vücüduyla “Ben seyid onbaşıyım” diyor ve tebessüm ediyor. Ben de tebessüm ederek ve selamlayarak geçiyorum yanından. Bir diğeri ise “Ben Mehmet Çavuşum” diyor tebessüm ederek. Aman ya rabbi, ne de çok nöbetçi var Mescid’in bahçesinde. Hıtta kapısında, Medine’yi canı pahasına savunan Fahrettin Paşayı, Esbat kapısında ise Ömer halis Demir’i nöbet tutarken görüyorum. Her kapıda bir şehit ve gazimiz nöbet tutuyor. Hepsi mütebessim çehresiyle selamlıyorlar beni, ben de onları…
O güzel bayram sabahında Mescidi Aksa’nın İmamı Hz. Muhammed (sav), müezzini Bilali Habeşi, cemaati de Hz. Ömerler, Selahaddin Eyyübiler, Yavuz Sulatan Selimler olunca, Aksa mescidinin avlusunda ki nöbetçilerde şehit ve gazilerimiz olur, diye geçiriyorum aklımdan.
Bir ezan sesi daha duyuyorum ki, uyanıyorum uykumdan. Gördüğüm rüyanın şaşkınlığı ama aynı zamanda da sevinci içinde “Allahü Ekber” diyorum.
Bayram gecesi böyle bir rüya görmek ve bayram sabahına uyanmak, bendenizi ziyadesiyle şaşırtırken alıyorum abdestimi. Bayram sabahı, tekbirler getirerek yüce rabbimin büyüklüğünü tesbih ederek sabah namazına giderken, Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edilen Peygamberimiz’in (sav) şu hadisi şerifi düşüveriyor benliğime:
“Müslümanlar ile Yahudiler çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Yahudi taşın, ağacın arkasına saklanacak, bunun üzerine o taş, o ağaç Yahudiyi kovalayan kimseye, ‘Ey Müslüman! Arkamda bir Yahudi var, gel onu öldür’diyecek. Yalnız Gargad ağacı bir şey söylemeyecek. Çünkü o Yahudilerin ağaçlarındandır”
Bayramınız Mübarek olsun!
Selam, saygı ve muhabbetlerimle…