Her insan, güler yüz ve tatlı dilden, iltifattan, kendisi için yapılan fedakârlık ve yardımlardan az veya çok etkilenir ve bunlardan da bir ölçüde memnun kalır. Zira bu tür tavır ve davranışlar, insana değer verildiğini ve ona düşmanca bir tavır takınılmadığını gösterir, dolayısıyla da karşılıklı ilginin, sempatinin ve güven ortamının doğmasına yardımcı olur. İyi biliyoruz ki genellikle sempatinin sonucu, sevgi; sevginin sonucu ise inanmadır. Nitekim bu prensipleri Kur’an’ın teşvik ettiği ve peygamberlerin de uyguladıkları görülmektedir. Mesela, Hz. Musa’nın, Medyen’e ulaştığında hayvanlarını sulamakta güçlük çeken iki genç kıza yardım ettiği ve daha sonra bu iki kızın babası tarafından işe alındığı, Kur’an’da zikredilen bir olaydır. Kur’an-ı Kerim’in, ayrıca “sadaka”, “infâk”, “it’âm”, “ihsan” ve “karz-ı hasen” kavramlarıyla, insanları fedakârlığa ve yardıma teşvik ettiği; köle ve esirlerin hürriyetlerine kavuşturulması ve insanların kalplerinin İslam’a ısındırılması/ müellefe-i kulub için zekat verilmesini emrettiği de bilinmektedir. Tevbe suresinin 60. Ayetinde zikredilen sadaka/zekât verilecek insanlar arasında “müellefe-i kulûbun/ kalpleri (İslâm’a) ısındırılacak kişiler”in de yer alması, verme ile kalbin yumuşaması arasında doğrudan bir ilişkinin kurulması, bir tebliğ yöntemi olarak bu kavramın önemini daha da artırmaktadır. Nitekim şu ayetlerde de böyle bir mesajın yer aldığını görülmektedir:
“Bir zamanlar birbirinize düşmandınız; Allah kalplerinizi birleştirdi ve böylece O’nun lütfuyla kardeş oldunuz”[1] ayeti ile “Allah müminlerin kalplerini-gönüllerini birleştirmiştir. Sen dünyaları harcasaydın onların kalplerini birleştiremezdin; fakat Allah onları birleştirmiştir”[2] ayeti, bunu ifade etmektedir. Kureyş suresinin ilk ayetinde yer alan “îlâf” sözcüğüne farklı terim anlamları verilse de, kavram anlamında bu mana da mevcuttur.
Müellef, “yakınlaştırmak, birleştirmek, ısındırmak” anlamlarına gelen “e l f”(ülfet) kökünden türemiş bir kavramdır ve yakınlaştırılan ısındırılan, imtizaç ettirilen demektir. Kulûb ise kalb kelimesinin çoğuludur. Bir terkip olarak “gönülleri ısındırılacak kimseler” demektir. Dinî literatürde bir fıkıh terimi olarak da aynı anlamda kullanıldığı bilinmektedir. Müellef kavramı ayrıca te’lif edilmiş, birleştirilmiş anlamında kitap için de kullanılmakta, dolayısıyla te’lif edene de müellif denilmektedir. [3]
Hz. Peygamber, İslam’a karşı alaka duymayan kişilere ve kabile başkanlarına zekat vermiş ve böylece onların kalplerini İslam’a ısındırarak taraftar kazanmak istemiş veya en azından İslam’a olan kin ve düşmanlıklarını azaltmayı hedeflemiştir. Hz. Peygamber’in bu uygulamasını Hz. Ebû Bekir, halife olunca aynen devam ettirmiş ve toplanan zekâtlardan kalpleri İslam’a ısındırılacak kişilere ödemelerde bulunmuştur. Fakat Hz. Ömer, halife olunca, aralarında Uyeyne b. Hısn’ın da bulunduğu bu kişilere ödemeyi durdurmuş ve “İslam’ın Uyeyne b. Hısn gibi kişilerin dostluğunu kazanmaya artık ihtiyacı kalmamıştır” [4] diyerek toplanan zekâtlardan bunlara bir pay vermemiştir. Bu konuda nakledilen bir diğer olay da şudur: Medine’de devlet muhasebesi işlerinde çalışan ve İslam’ı henüz kabul etmemiş bazı gayrimüslimlerin kalplerini kazanmak maksadıyla onlara birtakım hediyeler verilmesi Hz. Ömer’e teklif edilmiş; Hz. Ömer de buna kızmış ve “Maddi kazançlar için ihtida eden kimselere İslam’ın ihtiyacı yoktur!” [5]diyerek bu teklifi reddetmiştir
Hz. Peygamber tarafından uygulanan ve Hz. Ebû Bekr tarafından da uygulaması devam ettirilen bir kuralın, Hz. Ömer tarafından ilgâ veya nesh edildiğini düşünmek, doğru olmayan bir düşünce tarzıdır. Zira Hz. Ömer’in bu uygulamasında, şartlara bağlı bir durum söz konusudur ve bu uygulamanın ilga ve nesihle de bir ilişkisi söz konusu değildir. Nitekim Taberî (ö.310/922), Câmiu’l-Beyân adlı tefsirinde Tevbe Sûresinin 60. ayetini açıklarken, bu konudaki görüşleri ve rivâyetleri naklettikten sonra şöyle demektedir: Allah vergileri iki gaye için emretmiştir: Bunlardan biri Müslümanların arasındaki fakirlerin yardımına koşmak, diğeri de İslâm’a yardım etmek ve onu güçlendirmek içindir. İslâm’a yardım etmek ve onu güçlendirmek hususunda fakirlere olduğu kadar zenginlere de sadaka verileceği muhakkaktır. Kalpleri kazanılacak kişilere, zengin dahi olsalar İslâm dâvasının iyileşmesi ve kuvvetlenmesi için yardım yapılması da bu tür yardımlardandır. Bu durumda günümüzde bir kimsenin çıkıp da, İslâm’ın artık kalpleri kazanmaya ihtiyaç kalmadı, çünkü Müslümanların sayısı arttı ve düşmanlara karşı kendisini müdafaa edecek güce geldi, demesi haklı sayılmaz.[6]
İbn Arabî (ö.542/1147)’ye göre, İslâm güçlüyse kalpleri ısındırmak için insanlara yardım etmeye gerek yoktur. Şayet yardıma ihtiyaç duyulursa, Hz. Peygamber’in yaptığı gibi yapılır ve devlet gelirlerinden bir kısmı bu kimselere verilir. Zira Hz. Peygamber, “İslâm garip olarak başlamıştır ve yeniden ilk başladığı gibi garip hale gelebilir“[7] buyurmuştur. Bu yorumlardan da anlaşılıyor ki, kalpleri İslam’a ısındırılacak kişiler, Hz. Peygamber dönemiyle sınırlı değildir. Zira her zaman ve her mekanda gönlü İslâm’a ısındırılacak kişilere ihtiyaç bulunmaktadır. Çünkü bir kişinin İslâm’la müşerref olması, Müslüman için bir mutluluk vesilesidir. Dolayısıyla ayetin hükmünü belli gruplara ve belli bir döneme ait kılmak, söz konusu değildir.
Müellef-i kulûb, dinî bir terim olarak her ne kadar sadaka/zekat verilecek gruplardan birini ifade etse de, kavramsal anlamı daha geniştir ve daha geneldir. Zira gönülleri İslâm’a ısındırmak veya düşmanlıkları azaltmak için insanlara sadaka/zekat vermenin dışında başka yollar da bulunmaktadır. Bunlar arasında, güler bir yüz, selam verme, hal-hatır sorma, yardım etme vs. gibi olumlu tutum ve davranışlarla da insanların gönülleri kazanılabilir. Nitekim Kur’an bize bu konuda da yol göstererek, insanları Rabbimizin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağırmamızı ve gerektiğinde de onlarla güzel mücadele etmemizi istemektedir.[8] Nitekim Müslümanlık tarihinde de bunun pek çok örnekleri mevcuttur.
Şu husus ala unutulmamalıdır: Hiçbir kimse, kendine kaba ve katı davranan, aşağılayan, horlayan, hakaret eden, ötekileştiren insanları sevmez, sevmek istemez; sevmediği insanların da fikirlerine ve düşüncelerine iltifat etmez. Bu nedenledir ki insan, fıtratı gereği kendine değer verenleri, daha da önemlisi değer verdiğini hissettirenleri daha çok sevme eğilimindedir. Kaldı ki bu tür davranışlarda ve yardımlarda çift yönlü bir menfaat de söz konusudur. Zira vermenin, faydası, sadece verilene değil, aynı zamanda verene de dir. Bu, bir anlamda hayat kurtarmak için kan vermeye benzer. Verilen kan, bir hayat kurtarır ama aynı zamanda kan verenin sağlığını da korur veya koruyucu hekimlik görevi yapar. Birisi, almakla sağlığına kavuşurken; diğeri de vermekle sağlığını korur. Psikolojik bir bakış açısıyla söyleyecek olursak birisi, alma duygusunu tatmin ederken, diğeri de verme ve fedakârlıkta bulunma duygusunu tatmin eder. Dolayısıyla biri, Allah rızasını kazanmak amacıyla verdiği ve O’nu rızasını kazanmayı umduğu için mutlu olurken; diğeri ise ihtiyacı giderildiği için mutlu olur.
Dün olduğu gibi bugün de İslâm’ın gönül kazanmaya; bunun için de her Müslümanın, yapıcı ve kırıcı olmayan sözlerle, tutum ve davranışlarla “gönüller yapmaya” ihtiyacı vardır. Bu nedenle en iyi tebliğ, temsil ile yapılan tebliğdir; davranışa dönüşmeyen sözlerle, cidalle ve savaşla yapılan tebliğler değildir. Nitekim “En güzel tebliğ, temsil etmektir ” sözü, bu gerçeğin bir ifadesidir. Çünkü iyi bir temsil, ruhların fethine zemin hazırlar ve gönül kapılarının açılmasına da vesile olur. Emin Işık Hoca’nın da dediği gibi, “ Kılıçların yaptığı işgal, kılıçların kestiği müddetçe devam eder. Çünkü demir paslanır, kılıç körelir. Ruhların yaptığı fetih ise ebediyen devam eder. Çünkü ruh ebedidir”.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Al-i İmrân, 3/103
[2] Enfâl,8/63
[3] Ferit Devellioğlu Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1970, s. 848.
[4] Taberî, Câmiu’l Beyân, Mısır 1968, 10/161-162; Serahsî, Mebsût, İstanbul 1982, 2/19; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1936, 3/2575.
[5] Taberî, Câmiu’l Beyân, 10/161-162
[6] Taberî, Câmiu’l-Beyân, , 10/163.
[7] İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, Beyrut, Tarihsiz, 2/966.
[8] Nahl,16/125.
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…
Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…
View Comments
Celâl Kırca kardeşim konuyu anlaşılır bir biçimde özetledi. Ülfet ve muhabbet, te'lîf ve müellefe-yi kulüb kavramları İslâm tefekkür, ahlâk ve ameliyatının temel kavramlarındandır. Şurası da gözlemlediğimiz bir gerçek olarak kendini göstermektedir ki; toplumumuz ahlâki değerlerden uzaklaştığı gibi bu değerlerden de uzaklaştı. Ülfet ve muhabbetin olmadığı yerde nefret, fitne, fesâd ve çatışma vardır.