<>.theiaStickySidebar:after {content: ""; display: table; clear: both;}
İrfânî yaklaşım cehennemin bekçisinin adının “Mâlik” olmasından yola çıkarak şöyle der: “Neye sâhip olmak istersen veya neyi tutkuyla sâhiblenirsen, o senin cehennemin olur.” Gerçekten de insânlık ve dinler tarihi incelendiğinde yakıcı azab ve derin pişmanlığa giden yolun hep sâhip olma ve yönetme hırsından geçtiği görülecektir. Bu nedenle mülkün ve saltanatın zevkli tutkusu her zaman şirki besleyen bir zehirli gıdaya dönüşmüştür. Saltanat ve mal yani bu iki duygu/hırs, insânın bütün sapmalarının, yanlışlarının, günâhlarının ve zulümlerinin omurga noktasıdır. Böyle bakıldığında, Hz. Âdem ve eşinin “kapatmaya çalıştıkları avret yerleri”nin de mülkiyet ve ebedîlik hırsının oluşturduğu utancı sembolize ettiğini düşünmek, Kur’ân’ın rûhuna ve mesajına son derece uygun bir anlayıştır.
Mülke sâhip olmanın getirdiği cesaret ve despotizmle tevhîde karşı çıkmanın Kur’ân’da geçen en çarpıcı diyaloğu Hz. İbrâhîm ile Nemrud arasında geçen konuşmadır: “Allāh kendisine mülk verdiği için İbrâhîm ile tartışanı görmedin mi? Hani İbrâhîm: ‘Benim Rabb’im hem öldürendir, hem de diriltendir’ deyince o: ‘Ben de diriltir ve öldürürüm’ demişti. İbrâhîm: ‘Allāh güneşi doğudan getirir, haydi sen de onu batıdan getir’ deyince. O küfreden adam dona kaldı. Öyle ya Allāh, zâlimler gürûhunu hidâyete erdirmez.”[1] Âyetin baş kısmından anlaşılıyor ki, Nemrud’a “mülk” verilmesi, onun bir toprak parçasının hâkimi, yöneticisi bulunması, tevhîd mesajıyla gelen peygamberle Rubûbiyyet konusunda tartışmasına neden olan bir özelliktir. Hangi çağda olursa olsun Nemrud gibi düşünenler mal, mülk ve servetlerinin çokluğuna güvenirler. Servet ve mülkün kendilerine imtihan için verildiğini düşünmezler. Servete ve onun sağladığı güce güvenirler. O güce bir din gibi sarılırlar. Mal ve mülk, Allāh’ın nîmetini takdir edemeyen ve nereden geldiğini bilemeyen kimseleri şımartır, isyâna sevk eder. Bu nedenle şükretmeleri gereken yerde küfrederler. Hidâyetlerine aracı olması gereken sebepler, onları dalâlete sürükler. İşte şirk budur.
Allāh, yeryüzünde insânı kendine halife yaratmıştır. İnsan yeryüzünde halife olduğu için, yani Allāh adına yeryüzünde tasarrufta bulunacağı için, kendisine yeryüzü mülkü üzerinde izâfî/geçici bir meliklik yetkisi tanınmıştır. Bu yetki, hiçbir zaman mutlak anlamda olmadığı gibi insânın keyfine de bırakılmamıştır. Herkesin belli bir tasarruf sahası vardır; ama bu tasarruf, hiçbir zaman mutlak değil sınırlı ve Allāh’ın tanıdığı alanda geçerli olmak üzere sadece emânettir. Öte yandan, insânların nasıl mülk sâhibi olacaklarını ve mülklerde nasıl tasarruf edeceklerini belirten kuralları da Allāh, her insâna ayrı ayrı bildirmemiş, insânlar arasından seçtiği elçiler vâsıtasıyla tebliğ etmiş ve genel anlamda yeryüzü mülkiyetini bu elçiler aracılığıyla yürütmeyi dilemiştir. Ama ne var ki, Nemrud örneğinde de görüldüğü gibi, kendilerini Allāh’ın vermiş olduğu mülkün değişmez sâhibi olarak görenler; yöneticisi oldukları toplumları kendi hevâ ve hevesleri doğrultusunda yönetmeye kalkmışlar, târih boyunca zulmün ve despotluğun temsilcisi olmuşlardır.
Bu nedenle olacak ki, Kur’ân’da göklerin ve yerin mülkü sürekli olarak Allāh’a nispet edilmiş ve insândan ulûhiyyetin bu belirleyici niteliğine tecâvüz etmemesi istenmiştir. Çünkü bu tecâvüz, Allāh’ın Allāhlığına tecâvüz anlamına gelmektedir. Oysaki “Mülkte Allāh’ın ortağı yoktur”[2] ve bunun için de “mülk sâhibi olmaya dayalı övgü de sadece O’nun hakkıdır”.[3] Allāh’a kul olmanın yolu, mülkün sâhibinin Allāh olduğunu bilmekten ve bunu fiilen yaşamaktan geçer. Allāh’ın sayı bakımından “bir/tek” olduğunu tekrarlayıp durmak, hayata hiçbir katkı sağlamaz. Olsa olsa teolojik tartışmalara malzeme sağlar. “Allāh tektir” demek esas anlamıyla mülkün parçalanamazlığını kabul etmektir. Mülkü parçaladıktan sonra teorik olarak ve dille/sözle istediğiniz kadar “tektir” deyin, hiçbir işe yaramaz.
Tekrar Hz. İbrâhîm ile Nemrud arasındaki konuşmaya dönersek, Nemrud’un “Ben de diriltir ve öldürürüm” iddiası, sözünü ettiğimiz şekilde mülkü parçalamanın en açık ve cesur ifâdesidir. Ama Hz. İbrâhîm, bir çıkış yaparak ona “Allāh güneşi doğudan getirir, haydi sen de onu batıdan getir” dediğinde Nemrud söyleyecek söz bulamamıştır. Bu olayda, Hz. İbrâhîm ile Rabb’i konusunda tartışmaya giren Nemrud, Allāh’ın varlığını inkâr etmiyordu. Sadece ilâhlık noktasında birliğini, âlemlerin Rabb’i oluşunu, Kâinatta cereyân eden hâdiselerin tek düzenleyicisi, ilmi ile kuşatan ve idâre edicisi olduğunu kabul etmiyordu. İşte mülk ve egemenlik konusunda sorun da buydu. İnsânlık tarihi boyunca Allāh’a eş koşanlar, Allāh’a zât noktasında değil, sadece sıfat noktasında eş koşmuşlardır. Bunun nedeni de şirkin evrende yalnız insân hayatının ve insân gücünün yetebildiği yerleri ilgilendiren bir din olmasıdır.
Kısaca, evrenin düzeni neye bağlıysa, insânın hayat düzeni de o usûle bağlı olmalıdır. Çünkü insân bu evrenin bir parçasıdır ve parçanın bütüne aykırı davranması zaten kötülüğün ve düzensizliğin başlıca sebebidir.
NECMETTİN ŞAHİNLER
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] Bakara/258.
[2] Furkān/2.
[3] Teğâbün/1.