islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4915
EURO
36,2365
ALTIN
2.952,64
BIST
9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
9°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

Müsamaha: Mâzide kalan bir değer

Müsamaha: Mâzide kalan bir değer
A+
A-

Prof. Dr. Celal Kırca     

Müsâmaha, aile başta olmak üzere toplumda bir arada yaşamayı  sağlayan temel değerlerden  biridir. “Kolaylık göstermek, yumuşak davranmak, hatayı görmezlikten gelmek” [1] anlamlarına gelir. Günlük dilde ise daha ziyade Farsça kökenli  bir kavram olan hoşgörü kullanılmaktadır. Hoş kavramı,  güzel, tatlı, latif, duygu okşayan, zevk veren ve beğenilen demektir. Hoşgörüde kayıtsız kalma, aldırış etmeme, gevşek davranma söz konusudur. Bu nedenle kötülüklere karşı da kayıtsız kalma tavrını da çağrıştırdığı için hoşgörü yerine, müsamaha kavramının kullanılması daha çok tercih sebebidir. Batı kökenli bir  kavram olan tolerans da  hoşgörü ile  benzer anlamları taşır,  ancak hoşgörüden farklı olarak toleransta tahammül etme, katlanma anlamları da  mevcuttur.

Kur’an’da müsâmaha kelimesi  yer almaz. Bununla birlikte Allah Teala’nın  “af etmek ve hataları görmemek,” anlamlarına  gelen “af ve safh”  kavramlarıyla  müsâmahayı amaçladığı ve tavsiye ettiği görülmektedir. Nitekim Allah Teala’nın  hem müşrikleri, hem  ehl-i kitabı, hem de Müslümanları ayrı ayrı zikrederek Hz. Peygamber’den  onların  hatalarını önemsememesini, daha da önemlisi onları af etmesini istemesi, bunun  bir kanıtıdır.

Allah Teala, müşrikler  hakkında Hz.  Peygamber’e   şu tavsiyede bulunmaktadır:

(Ey Peygamber!) Sen onlardan pek azı hariç, çoğunun hainlik ettiklerini görmektesin. Sen yine de onları affet ve onlara aldırma. Allah güzel davrananları sever.[2]

 “Ey Peygamber! Diyorsun ki: ‘Ya Rabbi! Bu müşrikler imana gelmeyecek bir topluluk’. Sen şimdi onları kendi hallerine bırak  ve ‘Selam’ de, geç. Nasıl olsa onlar ilerde gerçekleri anlayacakla.r”[3]

“Sen (o müşriklerin kötü davranışlarına) aldırış etme, onlara güzel davranışlarda bulun.”[4]

Hz. Peygamber de Allah Teala’nın bu  tavsiyesine uygun olarak, özellikle Mekke döneminde  müşriklere karşı müsamahalı davranmış, dolayısıyla da  ümmetine örnek olacak bir strateji uygulamıştır. Bununla da yetinmemiş Medine döneminde de bu stratejiyi belli oranda uygulamaya çalışmıştır.  Dolayısıyla o, olumsuz davranışlar  karşında reaksiyoner bir tavır  göstermemiş, mümkün olduğu ölçüde  müsâmahalı davranmış, “İslam’ın o  güzel yüzü” nü yaşayarak göstermiştir. Bir örnek olarak  Saffan b. Ümeyye olayını, bu bağlamda zikretmek yerinde  olacaktır: 

Safvân b. Ümeyye, Bedir Savaşı sonunda Hz. Peygamber’i öldürmesi için Umeyr b. Vehb’i kiralık katil olarak tutar ve Medine’ye gönderir. Fakat Umeyr, Medine’ye gelip de Hz. Peygamber’le karşılaşınca Müslüman olur ve bu işten de vazgeçer.  Bu sebeple Safvân b. Ümeyye,  Mekke’nin fethinden  sonra Hz. Peygamber tarafından öldürülmesi istenen kişiler arasında yer alır.  O da bunu   bildiği için Mekke’den Cidde yönüne kaçar. Ancak, Hz. Peygamber’i öldürmek üzere kiraladığı Umeyr b. Vehb, onun  peşini bırakmaz ve   onu yakalar. 

Safvân, Umeyr’i görünce korkar ve ona: “Beni öldürmeye mi geldin?” der. O da: “Hayır, ben insanların en iyisinin ve akrabasına en çok bağlı olanın yanından geliyorum” diye cevap verir. Daha sonra Umeyr, Hz. Peygamber’e gelerek: “Ya Resûlallah, Safvan emân vermeyeceğiniz korkusuyla kendini denize atmak için kaçtı, ne olur ona emân verin” diye ricada bulunur. Hz. Peygamber de büyüklüğünü göstererek ona emân verir.  Bunun üzerine Umeyr, Safvân’ın yanına vararak ona durumu anlatır. Safvân ise: “Bildiğim bir alâmet getirmedikçe seninle gelmem” der. Umeyr tekrar Resûlullah’a gelir ve bu durumu  ona  anlatır. O da: “Sarığımı al” diyerek Umeyr’e verir.   Umeyr de sarığı  alır ve  Saffan’a götürür.  Bunun üzerine Safvân, Hz. Peygamber’in yanına gelir. Hz. Peygamber, o esnada namaz kılmaktadır. O’nun namazını bitmesini bekler. Hz. Peygamber namazını bitirince Safvân  ondan iki ay izin ister. Bu iki aylık süre içinde düşünecek, ondan sonra da isterse  Müslüman olacaktır. Hz. Peygamber, bunun üzerine: “Ben sana iki ay değil, dört ay müsaade ediyorum” der. Bu söz üzerine  Safvân rahatlayarak, Mekke’de kalır.

Hz. Peygamber, Huneyn seferi içi  hazırlık yapmaktadır,  ancak  yaptığı hazırlık yeterli değildir. Bunun üzerine Safvân’dan ödünç silah ister. O da: “Bunu, cebirle mi yoksa gönül rızasıyla mı istiyorsun?” diye sorar, Hz. Peygamber de: “Gönül rızasıyla ödünç istiyorum tekrar geri vereceğim” der.  Bunun üzerine Saffan, Hz. Peygamber’e yüz zırh verir. Hz. Peygamber de  Safvân’ı, Huneyn seferine götürür,  fakat o hâlâ Müslüman olmamıştır. Savaş sona ermiş, ganimetler taksim edilmeye başlanmıştır. Saffan, o sırada koyunların, develerin ve çobanların bulunduğu bir dağın yamacına uzun uzun bakar  ve o yamacı seyretmeye devam eder. Hz. Peygamber de onu gözlemektedir.  Ona: “Ey Ebû Vehb, bu yamaç hoşuna gitti galiba?” der. Safvân da: “Evet” diye cevap verir. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Orası ve içindekiler senin olsun” der. Bunu duyunca Safvân: “Bir peygamberden başka hiç kimse böyle temiz kalpli olamaz. Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ediyorum” diyerek  orada Müslüman olur.[5]

Hz. Peygamber, bir gün  sahâbeyle birlikte Mescid-i Nebevî’de sohbet ederken bir bedevî çıkagelir. Bir süre sonra da o kişi, mescidin bir tarafına idrarını yapmaya başlar. Orada bulunanlar, ‘Dur, yapma!’ diyerek  o  adama engel olmak ve döverek onu mescitten  uzaklaştırmak isterler. Hz. Peygamber, o  kişiye müdahale eden sahabîlere, “Adamı bırakın, idrarını kestirmeyin” der. Adam, ihtiyacını giderdikten sonra Resûlullah  ashâbına, “Gidin bir kap su getirip idrarın üzerine dökünüz; su, o pisliği alıp götürür, orası da temizlenir”[6] buyurur ve  bir sahabîye  de o bedevîyi  yanına getirmesini söyler. Bedevî   Hz. Peygamber’in yanına gelince onu dizlerinin dibine oturttur.  Sonra da ona gayet yumuşak bir ifadeyle, “İdrar ve pislik cinsinden şeyler bu mescitlere yakışmaz. Buralar, ancak, Allah’ı anmak, namaz kılmak ve Kur’an okumak için yapılmıştır” diyerek kendisine mescidin fonksiyonunu anlatır.

Hz. Peygamber, bedevîye karşı olumsuz bir davranışta bulunulmasına müsaade etmemiş, çıkan problemi  müsamaha ile çözmeye çalışmış; böylece insanlar arasında sağlıklı iletişimin nasıl kurulabileceğini göstermiştir.

Hz. Peygamber, büyük kızı Zeynep’i Hicret esnasında, hamile olmasına rağmen iterek düşürüp çocuğunu kaybetmesine, hatta bu hastalıktan vefatına sebep olan Hebbar İbn Esved’i bile affetmiştir. Hebbar ibn Esved korkusundan İran’a kaçmayı düşünmüş, fakat daha sonra Hz. Peygamberin huzuruna gelerek af dilemiş, Hz. Peygamber de onu af etmiştir.

Uhut savaşında sevgili amcası Hz. Hamza’yı katleden Vahşi, yıllarca kaçmış, sonunda  Hz. Peygamber’e gelerek af dilemişti. Karşısında Vahşiyi gören Hz. Peygamber, mübarek gözlerinden yaşlar boşanarak amcasını hatırlamış ve “Seni affettim ama gözüme fazla görünme” buyurmuşlardı. Yine aynı vahşete ortak olan Hint’i de Mekke’nin fethi günü affetmiş ve yaptıklarının hiçbirini ondan sormamıştı. Zira Hz. Peygamber, “Öfkesini yenenler ve insanları affedenler[7] ayetinin gereğini yapmış, öfkesini yenmiş ve onları affetmişti. Zira kötülük yapanı affetmek, insanın kâmil iman sahibi olduğunu gösterir.   Dolayısıyla beşerî ilişkilerde daima bağışlayıcı ve hoşgörülü olmak,  Müslümana yakışan güzel hasletler arasında yer alır.  Bu nedenle  Yüce Rabbimiz, Hz. Peygamber’in bu yönünü övmüş ve şöyle demiştir:

“Allâh’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır, giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurların)dan geç, onlar için mağfiret dile. İşini onlara danış, karar verince de Allah´a dayan; çünkü Allâh kendine dayanıp güvenenleri sever.”[8]          

Allah Teala, Ehl-i kitapla  ilgili olarak da  Hz. Peygamber’e  şu  tavsiyede bulunmuştur:

“Kitap ehlinden pek çoğu, hakikat tam olarak ortaya çıktıktan sonra, içlerindeki kıskançlıktan  dolayı  sizi imanınızdan  vaz geçirmek isterler. Allah’ın emri gelinceye kadar, onları kendi hallerine bırakın ve onlara dokunmayın. Şüphesiz Allah’ın her şeye  gücü yeter.”[9]     

Allah Teala’nın,  mü’min kullarına olan tavsiyesi  ise şöyledir: 

Ey imam edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşmanlık edenler olabilir. Onlara karşı dikkatli olun.  Bununla birlikte  ( onların hoş olmayan davranışlarını) affeder, hoş görür ve bağışlarsanız, bilin ki Allah Gafûr’dur ve merhametlidir.”[10]

Ebeveynlerin olumsuz tavırlarına ve  baskılarına karşı onların evlatlarına olan tavsiyesi de şudur:

“Şayet ana-baban, tanrı olduğuna dair hakkında  hiçbir bilgin olmadığı bir şeyi Bana  ortak koşman için seni zorlayacak olurlarsa, sakın onlara itaat etme. Yine de dünya hayatında onlara iyi davran, kol kanat ger. Daima bana  gönülden yönelenlerin yolunu tut. Sonunda  Bana döneceksiniz. Ben de size yaptıklarınızı haber vereceğim.”[11]

Müslümanın  diğer  Müslümana  yaptığı hatalar karşısında ne yapması gerektiğini ise şöyle  açıklar:

“Sizden erdemli  ve varlıklı olan kimseler, akrabaya, düşkünlere ,Allah yolunda cihat edenlere ( bunlar tarafından iftiraya uğramış olsalar bile) yardım etmeme konusunda  yemin etmesinler. Yaptıkları hatayı önemsemesinler ve görmemezlikten gelsinler. Siz Allah’ı sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah Gafur’dur ve merhametlidir.”[12]

Bu ayet,  Hz. Ebu Bekir’in  kızı – Hz. Peygamber’in de eşi- Hz. Aişe’ye  iftira eden  birkaç sahabî içinde  yer almış olan  halasının oğlu Mıstah’a yaptığı yardımı kesmesi üzerine nazil olmuştur.[13] Ayet, kendisine kötülük yapılsa da, iftira edilse de, o kişinin kötülüğü ve iftirayı bahane ederek,  üzerine  düşen görevleri terk etmemesi gerektiği mesajını vermektedir.         

Bu ayetin nüzul sebebi her ne kadar Hz. Ebu Bekir’le ilgili olsa da, verdiği mesaj, bütün Müslümanları da kapsamaktadır. Bu nedenle müsâmahalı olmak, olaylara, konulara ve sorunlara ön şartsız ve ön yargısız  bakabilmeyi gerektirmektedir. Bunun içindir ki  Hz. Peygamber, “Her insan hata eder. Hata işleyenlerin en hayırlıları tövbe edenlerdir[14]  buyurur ve hatada ısrar edilmemesini ister.  Bu sözün anlamı herkesin hata yapabileceği, hatasız bir insanın olmayacağıdır. İnsanlar hata eder,  fakat  o  hataların niceliğinde ve niteliğinde farklılık gösterirler. Bir başka ifade ile herkes aynı hatayı ve aynı günahı aynı miktarda işlemez.  Bu bakımdan müsâmahalı olmak, hem Yüce Yaratıcı’nın  bir tavsiyesi, hem de Peygamberimizin  uyguladığı  bir yöntemdir.

Müsâmahalı olmak,  aynı zamanda diğer peygamberler için de söz konusudur. Kur’an’da bunun bir çok  örneği  mevcuttur. Nitekim “Hz. Musa ve kul” kıssası bunlardan biridir.  Bu kıssada bir çok mesaj  mevcuttur.  Bunlardan biri de  bir hatadan dolayı, o hatayı yapan kişi ile  hemen ilişkiyi kesmemek,  önce onu uyarmak, sonra da  bu uyarıyı en az üç kere  tekrar etmek ve bunu da usulünce yapmaktır.  Bu nedenle müsâmahanın en önemli tezahürü “öfke kontrolü” dür.  Nitekim  Allah Teala,  “Onlar, bollukta da darlıkta da infak ederler, öfkelerini yenerler ve insanların kusurlarını affederler. Allah muhsinleri sever[15] buyurmakta; infak edenleri, öfke kontrolü yapanları ve  hataları affedenleri “muhsin” olarak  vasıflandırmakta ve bu vasfa sahip olanları   sevdiğini  de  söylemektedir.

Öfke, “Engellenme, incinme, haksızlık, tehdit altında hissetme karşısında gösterilen saldırganlık tepkisi, kızgınlık, hışım, hiddet, gazap” olarak tanımlanır.[16] Öfkenin Kur’an’daki karşılığı “gazap” ve “gayz” kavramalarıdır. Ancak bu iki kavram, müteradif/ eş anlamı değil, mütegarip / yaklaşık anlama sahiptirler. Zira  kullanım alanlarında  farklılık bulunmaktadır. Nitekim Kur’an’da  gazap, hem insanlar için hem de Allah için kullanılırken; gayz sadece  insanlar  ve Cehennem[17]  için  kullanılmıştır.  

Elmalılı Hamdi Yazır göre “Gazap, nefsin iğrenç şey karşısında intikam isteği ile heyecanıdır ki rızanın tam tersidir; buna Türkçe’de öfke, bir fark ile hiddet veya hışım da denilir. Allah’a nispet edildiği zaman, gazap, nefsî etkilenmelerden tecerrüt edilmekle en son haddi ve gayesinde kullanılır da intikam iradesi veya ceza verme manası kast olunur. Bu da Rububiyet-i Rahimiyet’in  gereğidir. Yani öfke mutlak surette rahmetin zıddı değildir. Mesela zalime öfkelenmek, mazluma rahmetin gereğidir.[18]

Ne  var ki Kur’an’ın önerdiği ve Hz. Peygamber’in de yerine getirdiği bu tavsiyenin unutulduğu ve bir değer olarak mazide kaldığı; günümüzde  ise çoğu Müslümanın, aile ve sosyal ilişkilerinde bırakınız  kolaylık göstermeyi, yumuşak davranmayı, hataları  görmezlikten gelmeyi;  tam aksine  “pireyi deve, habbeyi kubbe” yaptığı, daha da kötüsü intikam alma duygularının etkisiyle “pire için yorgan yaktığı” görülüyor. “Kendi gözündeki merteği görmeden, eşinin veya bir  başkasının  gözündeki çöpü görme” tavrının, kavgalara, şiddetli geçimsizliklere, boşanmalara, cinayetlere -belli oranda da olsa- sebep olduğu biliniyor. Bu nedenle Kur’an’ın diriltici ruhuna ve  Hz. Peygamber’in örnek ahlakına  en az  tenzil dönemi insanları kadar muhtaç olduğumuz anlaşılıyor.  Bu amaçla Kur’an’a  yönelmemiz ve Hz. Peygamber’in örnek ahlakını öğrenmek için bir  yolculuğa çıkmamız gerekiyor. Kur’an’ın o diriltici ruhuna ve Hz. Peygamber’in örnek  yaşayışına  ancak böyle sahip olabiliriz.

Nakledilir ki talebesi Yunus, bir konuda hocası İmam Şafi’ye kızar ve dersini terk eder. Akşam olunca İmam Şafiî talebesi Yunus’u ziyarete gider  ve ona şunları söyler:

“Ey Yunus, bizi birleştiren yüzlerce mesele dururken bir mesele mi bizi ayıracak?!

Ey Yunus, yaptığın ve üzerinden geçtiğin köprüleri yıkma!

Bir gün o köprüden geri dönmen gerekebilir!

Ey Yunus, hatadan nefret et ama hataya düşenden nefret etme.

Bütün kalbinle günaha öfkelen ama günahkara acı, ona merhamet göster!

Ey Yunus, sözü eleştir ama sözü söyleyene saygı göster.

Görevimiz hastalığı tedavi etmektir, hastayı yok etmek değil!”

Sonuç olarak  bu anlayış, mazide yaşanmış bir anı olarak kalmamalı,  bizim  de sorumlu olduğumuz bilinciyle bu anlayışı, hayatımıza yansımaya  çalışmalıyız. Buna  ne kadar da  muhtacız!


[1] TDV İslam Ansiklopedisi , Müsâmaha  maddesi.

[2] Mâide, 5/13

[3] Zuhruf, 43/88- 89.

[4] Hicr, 15/85.

[5] Celal Kırca ve arkadaşları, Sahâbîler Ansiklopedisi, Tercüman Gazetesi, İstanbul,1989, s. 381-382.

[6] Buhari, Vudu, 57.

[7] Al-i İmran, 3/134.

[8] Al-i İmran, 3/159.

[9] Bakara, 2/109.

[10] Tegabun, 64/14.

[11] Lokman, 31/15.

[12] Nur, 24/22.

[13] İbn Kesir, Tefsiru’l Kur’ani’l Azim,  Kahire, Tarihsiz, 6/31.

[14] Tirmizi, Kıyame, 49.

[15] Al-i İmran 3/ 134

[16] TDK Türkçe Sözlük, Ankara,2005, s.1531.

[17] Mülk,67/8;  Furkan, 25/12.

[18] Muhammed Hamdi Yazır,  Hak Dini  Kur’ân Dili, İstanbul, 1935,  I/135.

                        

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.