islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4915
EURO
36,2365
ALTIN
2.952,64
BIST
9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
9°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

Müslümanların Sosyal Sermaye Potansiyeli Nedir? (2)

Müslümanların Sosyal Sermaye Potansiyeli Nedir? (2)
15 Temmuz 2019 12:02
A+
A-

Şunu baştan belirteyim. Aslında Müslüman toplumlar, sosyal sermaye oluşturma açısından avantajlıdır. Çünkü Müslümanların dini olan İslâm, sosyal risklerin ve sorunların giderilmesini önemsediği kadar manevî riskleri de toplumsal barış ve sosyal sermaye oluşturma açısından bir tehdit olarak görmektedir. Toplumları, yerine göre hem fakirliğin, hem de zenginliğin meydana getirebileceği manevî tehlikelerinden kurtarmak, kardeşlik, sosyal dayanışma ve kaynaşma duygularını hâkim kılmak, neticede sosyal ve manevî tekâmülü sağlamak ve bununla birlikte insanların, Allah’a kulluk görevini yerine getirmelerini sağlayacak sosyal düzeni oluşturmak, İslâm’ın ana gayelerindendir.

İslâm’a göre, Yaratan’a karşı kulluk görevini ifa etmeyi unutturan fakirlik ve sefalet, sosyal barış ve adalet açısından ne kadar tehlikeli ise, azdıran ve sosyal mesuliyeti ve duyarlılığı körelten zenginlik de o derece bir sosyal risktir. İslâm, her iki durumun da hem bir sosyal, hem de manevî bir risk olabileceğini dile getirmektedir. Çünkü her iki durumda da insana yaratılış gayesini unutturmaya müsait bir psiko-sosyal ortam mevcuttur.

Bu iki taraflı tehlikeyi ortadan kaldırabilmek, fakirlerin de sefaletten kurtulmaları ve genel olarak sosyal güvenliğin tesisi için, zenginlerin malından ve servetinden belirli bir oranın bu maksat için sarf edilmesi gerekmektedir. Zenginin malından muhtaç kişilere bir hak olarak tanınan bu pay, İslâm terminolojisinde zekât olarak tanımlanmaktadır. Asgarî bir hayat seviyesinin altına düşenlere, refah seviyesi yüksek olan zenginler tarafından verilen zekât, ilke olarak nakdî veya aynî bir destektir.

Dolayısıyla zekât sistemi, sosyal güvenliği, sosyal adaleti ve sosyal sermayeyi oluşturan en önemli kaynaktır. Bunun yanında tarihte görüldüğü gibi Müslümanlar, gerek akraba, komşu gibi değişik sosyal kesimlerle sosyal ve manevî sorumluluğun bir gereği olarak oluşturdukları sağlıklı sosyal münasebetler ağı, gerekse kurumsal bazda (Vakıflar; Külliyeler; Aşevleri; Darüşşifalar vb) gönüllü olarak oluşturdukları sosyal dayanışma örnekleri, Müslüman toplumların sosyal sermayelerini zenginleştirme konusunda daha avantajlı olduğunu gösterir.

Türkiye, Sosyal Sermaye Açısından Hangi Konumdadır?

Türkiye, anayasal olarak İslâmî bir devlet olmasa da halkının ekseriyeti Müslümandır. Peki imrenecek kadar sosyal sermayeyi oluşturan unsurlara fazlasıyla sahip olmamıza rağmen bunları biz bugün günlük hayatımızda değerlendiriyor muyuz? Atalarımız dün bırakınız kendine lazım olmayanı cömertçe vermeyi, kendine lazım olanı da verme hususunda diğerkâmca İsâr sorumluluğunu yerine getirdiği halde bugünkü nesil, gönüllü sadakalarda bulunmak bir yana zekât ödemede bile yeterince hassasiyet gösterememektedir.

Herhalde nefsimize uyarak, manevî kazanımlarımızı her geçen gün kaybede kaybede sosyal sorumluluklarımızı da yitiriyor ve hemen herkes bencilliğin eşiğinde sekülerizmin egosantrik iklimine girerek, kendi elimizle sosyal sermayemizi yok ediyoruz.

Farkında mıyız? Toplumsal olarak ibadet gibi kulluk bilincimizi oluşturan manevî sermayemize önem vermediğimiz sürece sosyal sermaye yoksulu bir ülke olmaya da adayız. O halde sosyal sermaye yönüyle zengin bir ülke olabilmek için, biz Müslümanlar için de çözümün ne olduğu herhalde anlaşılmıştır. Yeniden manevî dirilişimiz için gerekli adımları hızlıca atmalıyız ve Allah rızası için sosyal görevlerimizi gönülden ifa etmeliyiz. İşte o zaman hem manevî, hem de sosyal yönden güçlü bir ülke oluruz.

Ne Yapmalıyız?

Sosyal sermayeyi artırma sürecini hızlandırabilmek için, İslâmî sosyal politikaların vasıtalarına müracaat etmek yeterlidir. Bu vasıtaları malî, sosyal ve ahlâkî/manevî olmak üzere üç kısma ayırabiliriz.

–          Malî Vasıtalar: Zorunlu (Zekât) veya gönüllü sadakalar (Fitre; Bağış; İnfak). Asgarî bir hayat seviyesinin altına düşenlere, refah seviyesi yüksek olan zenginler tarafından verilen zekât, ilke olarak nakdî veya aynî bir destektir (sosyal yardım). Zekât vermek, dinî bir vecibenin gereğidir. Ancak, kamusal kurumlar aracılığı ile zenginden fakire doğru gerçekleşen bu sosyal transfer, sosyal adaleti de temin etmektedir. Dolayısıyla, zekât, ülke bazında sosyal güvenliği ve uluslararası boyutuyla da ülkeler arası sosyal diyalogu ve (sosyal) barışı temin eden bir vasıtadır. Millî sosyal sermayenin uluslararası boyutuna taşınmasında hayırsever Müslümanların katkısı büyüktür. Çünkü zekât ve sadakaların önemini ancak şuurlu Müslümanlar anlayabilir.

–          Sosyal Vasıtalar: Gerek akraba, komşu gibi değişik sosyal kesimlerle sosyal sorumluluğun bir gereği olarak oluşturulan sağlıklı sosyal münasebetler ağı ve bu eğilimlerin kurumsal sonuçlarıdır, sosyal vasıtalar. Kurumlaştırılmış sosyal vasıtaların başında hayır kurumları; vakıflar; külliyeler; aşevleri; kervansaraylar ve darüşşifalar gelmektedir. Hayırsever Müslümanlar, ahiret odaklı sadaka-i cariyenin ehemmiyetinin bilinciyle öldükten sonra da sosyal sermayenin korunmasına katkıda bulunmaktadır.

–          Ahlâkî ve Manevî Vasıtalar: Ahlâk eğitimi ve terbiyesinin yanında “Manevî Sosyal Hizmetler” aracılığı ile hem kişilerin iç dünyaları ile barışık olmaları sağlanmakta, hem de toplumsal görevlerini layıkıyla yerine getirmelerine yardımcı olunmaktadır.

Ezcümle

Müslümanlar, sahip oldukları dinin kıymetinin bilincine vararak, var oluşun ve yaratılışın manası çerçevesinde sorumluluk sahibi oldukları sürece en hayırlı ümmet vasfını taşımaya ehil olur ve en zengin sosyal sermaye sahip olur. Müslümanlar, yaratılış gayesine yabancılaşmadan, ona uygun olarak manevî ve sosyal sorumluluk üstlenmeleri, yeniden manevî dirilişlerine bağlıdır.

Kur’an-ı Kerim, insanın başıboş bırakılmadığına dikkat çekerek, onun sorumlu bir varlık olduğunu hatırlatmaktadır. İslâm, insanın ve Müslümanın sorumluluk bilinci ile davranmasını istemektedir. Sorumlu Müslüman, aynı zamanda kendi yaptıklarının da sonucuna katlanan, onu dikkate alan insandır. Bundan dolayı yapacağı şeylerin sonuçlarını akl-ı selim ile düşünerek, dikkate alarak yapmalıdır. Bu yönüyle Kur’an-ı Kerim’de insanın sorumlu bir varlık olduğunu hatırlatan bir işaret de; herkesin kazandığının kendisine ait olduğu ve her insanın kendisinden sorumlu olduğu, başkasının günahını yüklenmesinin söz konusu olmadığıdır.

Kâinatta, varlıkların birbirinden tamamen ayrı ve kopuk olmadığını anlamamızı sağlayan bu ilkelere göre, varlık âlemindeki birimler arasında bir münasebet olduğu kadar, bu birimler arasında (Allah-İnsan-Sosyal Çevre) da karşılıklı sorumluluklar vardır. Dolayısıyla, insanların sosyal sorumluluk alanları maddî ve gayri maddî (metafizik) olmak üzere bütün alanları kapsamaktadır. Bu yönüyle dünya insanları olan bilinçli Müslümanlar, sadece yaşadıkları toplumda değil dünyada da sosyal sermayenin oluşmasına katkı sağlayacak güçtedir. Yeter ki Müslümanlar, bu bilinç çerçevesinde küresel sorumluluklarını da hatırlasınlar. Vesselam.

Prof. Dr. Ali SEYYAR

Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.