Güven, İnsanlar arası ilişkilerde olması gereken en temel ilkelerden biridir. Daha açık bir ifade ile insanlar arasında esas olan, insanların birbirlerine güvenmeleri, ihanet etmemeleri, verdikleri sözde durmaları ve asla yalan konuşmamalarıdır. Teoride doğru olan bu ilkenin, maalesef insanların çıkarları söz konusu olduğunda uygulanmadığı; bu nedenle de güvenin yerini güvensizliğe bıraktığı, özellikle de Müslümanlar arasında gittikçe azaldığı görülmektedir. Nitekim “Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV)” nın yaptığı bir araştırmada [1]Türkiye, düşük düzeyde güvenenler arasında yer almakta ve birbirlerine güvenenlerin oranı yüzde 8 olarak açıklanmaktadır. Bu kategoride Gana ve Peru yüzde yedi, Malezya ve Kolombiya yüzde dokuzla 29 ülke arasında en sonlarda yer alıyor. Rusya, Hindistan yüzde yirmi alt oranı ile orta düzeyde; Yeni Zelanda yüzde elli iki, Çin yüzde elli beş ve İsveç ise yüzde altmış üç oranıyla yüksek düzeyde güvenenler arasında bulunuyor.
Neden Müslüman Türk insanı birbirine güvenmez, ya da güvenmek istemez? Hiç şüphesiz bunun bir değil, bir çok sebebinin olduğu, bilinen bir husustur. Bilinmesine rağmen mesele edinilmemesi ve çözüm yollarının aranmaması ise en temel sorunlarımızdan biridir. Bu da hem günümüz, hem de geleceğimiz için düşündürücü bir durumdur. Hiç şüphesiz her dönemde, birbirine güvenmeyen insanlar olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Ancak günümüzdeki kadar güvenin, güvensizliğe dönüştüğü bir ortamın olmadığını, yarım asır öncesindeki hayata bakarak mukayese edebiliriz. O yıllarda özellikle esnaflar için “söz” namustu ve bir itibar göstergesiydi. Alacak- verecekler bir deftere kaydedilir, senet ve çek gibi uygulamalara ise fazla iltifat edilmezdi. Esnaf, verdiği sözde durur, yalancı duruma düşmemek için var gücüyle çalışır, çabalar; ne eder eder, borcunu gününde ödemeye çalışırdı. Bir esnaf dayanışması vardı. Karz-ı hasen etkin bir biçimde kullanılırdı. Dolayısıyla Ahî geleneği, etkisini henüz yitirmemişti. İş ahlakı ve ticarî ahlak, bir itibar göstergesiydi. Herkes bu ahlaka mümkün mertebe uymaya çalışır, uymayanlar ise kınanırdı.
Ne olduysa oldu, köprünün altından çok sular aktı ve zamanla bu durum değişti. Şimdi ise bu ülkenin yüzde doksan ikisi birbirine güvenmiyor. Söz konusu raporda dikkat çekici bir soru da yer alıyor. O da ankete katılan insanlara “Din günlük hayatınızda önemli bir yer tutar mı?” sorusuna “evet” diyenlerin oranın yüzde 89 gibi yüksek bir rakam oluşudur. Bu rakamla Türkiye’nin 29 ülke içinde en dindar yedinci ülke olduğu görülüyor. Nasıl oluyor da yüzde 89’u dinin kendi hayatında önemli bir yer tuttuğunu söyleyen bir toplumun, yüzde 92’si birbirine güvenmiyor, ya da güvenemiyor. Rapordaki değerlendirmeden raportörlerin de bu çelişkiyi açıklamada bir hayli zorlandıkları da müşahede ediliyor.
Bir Toplumumun yüzde seksen dokuzu, bir taraftan kendi hayatlarında dinin önemli bir yer tuttuğunu söylerken, diğer taraftan yüzde doksan ikisinin birbirlerine güvenmediğini söylemesi, yaman bir çelişki oluyor. Bu çelişki nasıl açıklanabilir? Ankete katılan insanlar, ya “güven” i dine dahil etmiyor, ya da “Din günlük hayatınızda önemli bir yer tutar mı?” sorusuna verilen cevapların doğruluğunda bir sorun bulunuyor. Dolayısıyla geçmişte insanlar arasında var olan güvenin, neden günümüzde güvensizliğe dönüştüğü konusunda ciddî araştırmalar yapılmadıkça da bu konuda kesin bir şey söylemek mümkün gözükmüyor.
Ancak yüzeysel olarak bakıldığında dahi görünen manzara şudur: Kur’an, “Ey insanlar! yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz. Bilin ki, yapmayacağınız şeyleri söylemek, Allah katında büyük günahtır ”[2] dediği halde, -dindar olsun veya olmasın, fark etmiyor- genelde insanlar, rahatlıkla yapmayacakları/yapamayacakları şeyleri söyleyebilmekte, fakat yapmamaktadırlar. Söz verdiği halde sözünde durmayan, kendisine telefon eden kişiye, “sana döneceğim” dediği halde dönmeyen, kalitesiz malını, kaliteli diye satan, “aldatmayı, kandırmayı” beceriklilik sayan, tartıda hile yapan, ödünç diye aldıklarını vermeyen, adaletli davranmayan, çıkarı için çeşitli maskeler takan vs. gibi daha onlarca sayabileceğimiz olumsuz davranışların yaşandığı bir toplumda “güven” in varlığından söz edilebilir mi? Bir asrı aşkın bir süre önce Almanya’ya giden Mehmet Akif’in yurda döndüğünde, “Dinleri var, işimiz gibi; işleri var dinimiz gibi” deyişi, hala geçerliliğini korumuyor mu?
İslâm’ın ilk ve temel esası olan iman ile güven arasında sıkı bir irtibatın bulunduğu bilinmektedir. İman, sözlükte “güven içinde bulunmak” anlamındaki emn kökünden türemiştir ve “güven duygusu içinde tasdik etmek” demektir. Aynı kökten türetilen diğer kavramlar ise şunlardır: “Güven, güvence, güvenlik” manasına gelen eman; “Kendisine güvenilen” anlamına gelen emîn; “Güven, güvenme, güvenlik” anlamına gelen emniyet ve “güvenen ve güven veren” anlamına gelen mü’min, aynı kökten türetilmiş kelimelerdir.[3] Nitekim “Onları korkudan güvene kavuşturdu” [4] âyetinde bu anlam mevcuttur. Mü’min, Kur’an’da hem insan, hem de Allah için kullanılan bir kavramdır ve Allah için kullanıldığında “el-Mü’min” şeklinde geçer[5] ; “huzur, esenlik ve güven veren, kendisine güven duyulan, emniyet ihsan eden” demektir. İnsanlar için kullanıldığında ise mü’min, “Allah’a ve O’nun indirdiklerine inanan”[6] anlamına gelmektedir.
Emîn ise “kendisine güvenilen, hıyanet etmeyen, sözünde duran, vefalı” demektir. Nitekim bu Hz. Muhammed’in en önemli vasfı, “Muhammedü’l-emîn” oluşudur. Bu nedenledir ki, ona inanmayanlar ve onun peygamberliğini kabul etmeyenler dahi ona güvenmişler ve kıymetli eşyalarını emanet etmişlerdir. O da kendisine güvenen bu insanların güvenini boşa çıkartmamış; hicret esnasında kendisine emanet edilen eşyayı, Hz. Ali’ye teslim ederek, yola koyulmuştur. Bu sebeple emin bir kişi olabilmek için insanın önce “dürüst” olması gerekiyor. Nitekim bu gerçeği Allah Teâlâ, “ Emrolunduğun gibi dosdoğru ol”[7] sözü ile ifade ediyor.
Mü’min, iman eden kimse olarak tanımlansa da, o aynı zamanda kendisine güvenilen ve itimat edilen de bir kimsedir. Çünkü güven, mü’min olmanın, güvensizlik ise münafıklığın alamet-i fârikası olarak zikredilmektedir.“Mü’minler, kendilerine verilen emanetlere ve verdikleri sözlere riayet ederler”[8] ayeti, bunu ifade eder ve mü’min kişiliği simgeler. Ayrıca Hz. Peygamber de sözünde durmayan ve emanete ihanet eden, bu sebeple de kendisine güvenilmeyen kişiyi, “münafık” olarak isimlendirmiş ve onun vasıflarını ise şöyle açıklamıştır:
“Dört huy vardır ki bunlar kimde bulunursa o kişi tam münâfık olur. Kimde de bu huylardan biri bulunursa, onu terk edinceye kadar o kişide münâfıklıktan bir sıfat bulunmuş olur: Kendisine bir şey emânet edildiği zaman ona ihanet eder; konuştuğunda yalan söyler; söz verince sözünden döner ve düşmanlıkta haddi aşar, haksızlık yapar.” [9]
İnansın veya inanmasın insanlar, Hz. Peygamber’e güvenirken, Müslümanlar neden birbirlerine güvenmezler? Bu sorunun cevabını, önce kendimizde aramak ve “ Ben güvenilir biri miyim?” sorusuna doğru cevap vermek zorundayız. Herkes, kendi evinin önümü temizlerse cadde ; cadde temiz olursa mahalle; mahalle temiz olursa şehir temiz olur. Bu gerçeği unutmamak gerekiyor.
Prof. Dr. Celal Kırca
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] www.tepav.org.tr
[2]Saff,61/2-3
[3] Cevheri, es-Sıhah, Beyrut 1979, V/2071.
[4] Kureyş, 106/4.
[5] Haşr,59/23
[6] Bakara, 2/286.
[7] Hûd, 11/112.
[8] Mü’minûn,23/8.
[9] Buhârî, İmân, 24.
Hocam yüreğinize sağlık. Yine toplumsal bir hastalığımıza neşter vurmuşsunuz. % 89 gibi yüksek bir rakamla dinin günlük yaşamdaki önemli yerine işaret eden inananların, nasıl olur da % 92’lik gibi son derece yüksek bir oranda birbirine güvenmediklerini söyleyebilir? İşin tuhafı bu güvensizliğin de makalede işaret edildiği gibi haklı gerekçeleri var. Maalesef Müslümanlar, güvenilir olmaktan uzaklaşmış durumdalar. Yeniden özüne, misyonuna dönüş gerekiyor. Allah bizleri müstakim yolunda bir eylesin. Kaleminize sağlık hocam.