“Türkiye’de insanlar 6 saat televizyon izleyip 3 saat internete girerken sadece 1 dakikasını kitap okumaya ayırıyor. Kitap okumak Türk insanının ihtiyaç listesinde 235. sırada yer alıyor. En fazla kitap okuyan ülkelerin başında yüzde 21 oranıyla İngiltere ve Fransa var. Bun Japonya yüzde 14, Amerika yüzde 12 ve İspanya yüzde 9 ile izliyor. Türkiye, yüzde 0.1 (Binde bir) okuma oranıyla son sıralarda yer alıyor.” [1] Dolayısıyla halkımız, okuma yerine dinlemeyi ve seyretmeyi daha çok seviyor. Bu nedenle hemen hemen bütün ailelerde televizyon olduğu hâlde, çok az ailede bir kitaplık bulunuyor. Az sayıdaki okur ise genellikle kategorik okumayı tercih ediyor; kendi inanç, düşünce ve fikirlerinin dışındaki kitapları okumuyor veya okumak istemiyor.
Bu kanaat, 1970’li yıllarda orta okul “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” öğretmeni iken yaptığım gözlemlere dayanıyor. Zira görev yaptığım ortaokulda seksen civarında öğretmen vardı ve bunlar arasında az sayıda öğretmenin kitap okuduğuna şahit olmuştum. Daha sonraki yıllardaki gözlemlerim de bu kanaatimi doğrular nitelikteydi. Seneler sonra üst düzey bir bürokratın, “Hocam ben kitap okumuyorum. Kitap okursam, bilgileneceğim, bilgilenince de sorumluğum aratacak. Sorumlu olmamak için kitap okumuyorum” sözünü şaşkınlıkla dinlemiş, sorumluluktan kaçma gerekçesiyle okumayışını hayretle karşılamış ve doğru da bulmamıştım.
Söz konusu okulda sayısı az da olsa kitap okuyanlar arasında en çok dikkatimi çeken bir Almanca öğretmeniydi. Sol ideolojiye sahipti ve adeta bu ideolojinin okuldaki temsilcisi konumundaydı. Ne zaman öğretmenler odasına girsem, onun mutlaka bir şeyler okuduğunu görürdüm. Genelde fikrî eserler ve roman okurdu. Ben de okurdum, ama daha ziyade “Bilim ve Teknik” gibi popüler dergileri veya Allah’ın varlığını anlatan kitapları okumayı tercih ederdim. Bir de imkan nispetinde Şark ve Garp klasiklerini okumaya çalışırdım.
Bir gün o Almanca hocasının karşısına oturdum. O bir taraftan çayını yudumluyor, bir taraftan da kitap okuyordu. Ben de çay içiyordum ama derse gideceğim için de kitap okumuyor, zilin çalmasını bekliyordum. Almanca hocası çayını bitirdiği gibi kitabını da bitirmişti. Kitabı çantasına koyacaktı ki koymadı, bana o kitabı uzatarak “Okur musun?” dedi. Ben de “Memnuniyetle” dedim ve kitabı aldım.
Kitap Jack London’un “Demir Ökçe” isimli romanıydı. O kitabı iki haftada ağır ağır okudum. Böyle yapmamın nedeni içime doğan bir histi. Bu his bana o kitaptan imtihan edileceğimi söylüyordu. Bu nedenle kitabı yavaş yavaş okudum ve hazmettim. “Demir Ökçe”, sınıf mücadelesini konu alan bir romandı. Genç ve iyi bir aile kızının sınıfsal konumuna rağmen sosyalist bir lidere âşık oluşunu ve yaşadığı bu ilişki süresince kapitalizmin toplumda yarattığı yıkımları ve işçi sınıfının günlük yaşam mücadelesini keşfedişini anlatıyordu. Romanda benim dikkatimi çeken şey, piskoposla sosyalist liderin diyalogları olmuştu. Bu nedenle kendimi o piskoposun yerine koymuş ve Müslüman bir din adamı olarak cevap vermeye çalışmıştım. Karnı yarık olarak tanımlanan ders arası boşluğun olduğu bir güne denk getirerek kitabı o Almanca hocasına verdim ve teşekkür ettim. “Okudun mu?” dedi. Ben de “Evet okudum ve çok yararlandım.” dedim. Başka bir şey demedi.
Havadan sudan konuştuktan sonra birden bana o sosyalist liderin piskoposla olan diyaloğunu hatırlatarak “Nasıl piskoposu alt etmişti, değil mi?” dedi. Ben “Evet alt etmişti ama o piskoposun yerinde ben olsaydım şöyle yapılmasını söylerdim.” dedim. Bu minval üzere sohbetimiz devam etti. Ben de her defasında “Evet, öyleydi ama ben şöyle derdim ya da yapardım.” gibi cevaplar verdim. Böylece kitapla ilgili imtihanım sona ermiş oldu. İmtihanı kazanmıştım. Çünkü bana söyleyecek bir sözü kalmamıştı. Ertesi hafta ben ona bir kitap vermek istedim. Hüseyin Perviz Hatemi’ nin o dönemde meşhur olan bir kitabı vardı. Adı “İslâm Açısından Sosyalizm” idi. Belki sosyalizm sözcüğüne takılır da bu kitabı okur sanmıştım. Kitabın en son sayfalarını okudum ve bitirdim. Sonra kendisine ben de “Okur musun?” dedim. O da “Hayır, ben kendi ideolojimin dışında hiçbir kitabı okumam.” dedi. Bunun üzerine “Ben okurum, okumamı istediğin başka bir kitap varsa getir, onu da okuyayım.” dedim. Ama bir daha bana okumam için başka bir kitap vermedi.”[2]
Bu hatıramı, neden ortak bir kültür oluşturamadığımızı yansıtan zihniyete örnek olarak sunmak istedim. Böyle bir zihniyete sahip olan kişiler, sadece kendi görüşlerine karşı olan düşünceleri yansıtan kitapları değil, Kur’an başta olmak üzere dinî kitapları da okumuyorlardı/okumak istemiyorlardı. Bu konuda daha pek çok olaya şahit olmuştum. Karşı düşünce de olanlar da- istisnalar hariç- sol ideolojiye ait kitapları okumuyorlardı.
Yaşadığım her olaydan sonra kendime hep şu soruyu sordum. Acaba İngiliz, Alman, Fransız veya Rus aydınlar da böyle mi yapıyordu? Okuduklarımdan ve dinlediklerinden her İngiliz aydınının Shakespeare’i; her Alman aydınının Goethe’yi; her Fransız’ın Victor Hugo’yu; her Rus aydınının Dostoyevski’yi ve her İranlı aydının ise Firdevsî’yi okudukları yönünde bir bilgi edinmiştim. Buna karşılık her Türk aydınının müştereken okuduğu bir yazar veya düşünür var mıdır? sorusuna benim vereceğim müspet bir cevap yoktu. Zira yaşadıklarım ve dinlediklerimden edindiğim intiba bana bunun olmadığını söylüyor. Mesela kimi Türk aydını, Tevfik Fikret’i okuyor, ama Mehmet Akif’i okumuyor; Mehmet Akif’i okuyan da Tevfik Fikret’i okumuyor. Bu da ideolojik körlüğün, zihinleri nasıl kompartımanlaştırdığını gösteriyor. Şayet her Türk aydınının müştereken okuduğu yazarımız ve düşünürümüz olsaydı, ortak bir kültürümüz de oluşurdu. Böyle bir kültürün oluşmadığı, içtimaî, tarihî ve dinî söylemlerdeki kutuplaşmalarda açıkça görülüyor.
Doğan Cüceloğlu bunun sebebini milli eğimde arar ve şöyle der: “Bizim Türk eğitim sistemi değerler bilinci ve karakter inşa eden bir sistem değil. Türk eğitim sistemi, malumat aktarma üzerine kurulmuş” tur.[3] Zira değerler ortak kültürü, malumat ise farklılığı oluşturur. Çünkü değerler geneldir, farklılıklar ise yereldir. Bunun farkında olan şahıs, aile veya bazı özel kurumların çabaları hariç eğitim sistemimiz, bu haliyle maalesef değer aşılayacak, kişilik ve beceri kazandıracak kültürel bir ortam oluşturamıyor.
Ortak kültürü oluşturacak eserleri okumadaki durumumuz budur ve dinî değerleri yansıtan eserleri okumadaki durumumuz da bundan farklı değildir. Zira mevcut temel dinî kaynaklarımızdan herkesin okuduğu üç-beş kitabın adını söyleyemiyoruz. Okunan veya okunması önerilen dinî kaynaklarda “epistemik cemaat kültürü” nün etkin olduğu görülüyor, dolayısıyla okunacak kitapların tercihinde görüş birliği de bulunmuyor. Bu da zihinleri kompartımanlaştırıyor. Düşünce birliğini sağlayacak, dolayısıyla kompartımanlaşmaya da engel olacak yegane kaynağın Kur’an olduğu bilindiği halde, yeterince ve usulünce okunmadığı için bütüncül bir Kur’an bilgisine de ulaşılamıyor.
Bu nedenle bazı kimseler, bütüncül bir Kur’an bilgisini elde edebilmek için meal okumayı önerseler de, bazı kimseler böyle bir okumayı sakıncalı buluyor. Fakat bu konuda kategorik düşünceyi bırakıp ifrat ve tefrite kaçmadan orta yolun bulunmasında da zorunluluk bulunuyor. Zira okunmasında sakınca görülen mealler olduğu gibi, tercüme şartlarının elverdiği ölçüde doğru anlamları yansıtmaya çalışan meallerin de olduğu biliniyor. Dolayısıyla çevirilerde Arapça dil mantığına ve Kur’an’ın fikrî bütünlüğüne uyulan; ayetlerin anlaşılmasında nüzul sebeplerini ve nüzul ortamını dikkate alan; ifadelerinde duruluk ve üslup güzelliği bulunan mealleri okumakta bir mahzur görülmüyor. Buna karşılık Kur’anî kavramların, içlerinin boşaltılıp “linguistik oyun veya leksiyografik hile” ile yeni anlamların yüklendiği, Kur’an’ın fikrî bütünlüğünün, nüzul sebeplerinin ve nüzul ortamının dikkate alınmadığı mealleri okumada da sakınca görülüyor. Zira Kur’an’ın ruhundan uzak bu meallerdeki indî görüşler ve yanlış anlamalar, yeterli ve donanımlı bir alt yapıya sahip olmayan kimseler tarafından “Din” denmiş gibi algılanıyor ve bu algı onları yanlış istikametlere sevk edebiliyor. Bu nedenle okunacak meallerin seçiminde çok dikkatli olunması, tek mealle yetinilmemesi ve imkan dahilinde tefsirlerden de yararlanılması icap ediyor.
Bunların olabilmesi için de bir zihniyet değişikliğine ihtiyaç var. Bu nedenle örgün ve yaygın eğitim kurumlarımızdaki “malumat aktarma” sisteminden “değerler bilinci ve karakter inşa eden” bir sisteme geçilmesi, kişilik oluşturan bilgi, beceri ve düşünceye önem verilmesi gerekiyor.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Güngör Uras, Kitap Okumaya Vaktiniz Yoksa, Milliyet Gazetesi, 4 Mart 2018.
[2] Celal Kırca, Bir Nesle Mensubiyetin Hikayesi, İstanbul 2018, s.224-225.
[3] https://www.hurriyet.com.tr 2 .02.2002. Türk aydınları bencil, vicdansız ve sömürücü.