“Heva”, nefsin bir şeye, genellikle kötü şeylere meyli olarak tanımlanır. Bir başka ifade ile heva, “nefsin, akıl ve din tarafından yasaklanan kötü arzulara karşı olan eğilimi” veya “doğruluk, hak ve faziletten saparak haz ve menfaatlere yönelmesidir”[1] Türkçede de heves, istek, arzu ve hoşlanma [2]anlamlarında kullanılmaktadır.
Allah Teala, Kur’an’ın iki yerinde “hevasını ilah” edinen kişilerden söz ederek Hz. Muhammed’e, “hevasını tanrı edinenleri gördün mü?”[3] der. Mekkeli müşriklerin, Hz. Muhammed’in peygamberliği ile alay etmelerini, putlara tapmaktan vaz geçmemelerini, hatta bu tapmada ısrarcı olduklarını hatırlatarak böyle bir tanımda bulunur. Ayetin devamında ise böyle insanlar, söz dinlemeyen ve akletmeyen kişiler olarak açıklanır.[4] İkinci ayette ise, bilgi sahibi olduğu halde gönlünü İslam’a ve getirdiği ilkelere kapatanlar da “hevasını ilah edinenler” e dahil edilir, bu kişilerin gözlerinin ve kulaklarının perdelediği ve kalplerinin mühürlendiği anlatılır.[5]
Bu ayetlerden, İslam’a, doğrulara ve gerçeklere kör ve sağır olan, buna karşılık kendi arzu ve isteklerini önceleyerek onlara dört elle sarılan kişilerin, “ nefislerini tanrı edinenler” olarak tanımlandığı ve kınandığı anlaşılmaktadır. Bunu da Allah Teala, kendi konumu ile insanının konumunu, “sahip/ efendi” ve “mürebbi” anlamlarına gelen “rabb” ile “köle” ve “kul” anlamlarına gelen “adb” kelimeleriyle açıklar. Böyle bir açıklamanın dayanağı ise, kölelerin efendilerine sadakatle bağlı oluşları ve saygıda kusur etmemeleridir. Dolayısıyla Kur’an, Cahiliye döneminde yaygın olan bu rabb-abd (efendi-köle) ilişkisini anlatan kavramları, Allah-insan ilişkisine taşıyarak insanın, Allah karşısındaki konumunu tanımlamak ve belirlemek için kullanmıştır. Bu anlamda her insan Allah’ın kulu/Abdullah’ dır, ama her Abdullah, “abden lillah/ Allah’a ibadet eden kul” değildir. Nitekim insanlardan bazıları, Allah’a samimi kul olurlarken bazıları da ya nefsinin kulu, ya da Hz. Peygamber’in ifadesiyle “Altına, gümüşe ve lükse kul”[6] olurlar.
Allah Teâlâ, gökleri, yeri ve insanı yaratmış yeryüzündeki bütün nimetleri insanın emrine vermiş;[7] bunun karşılığında da insandan kendisini tanımasını, kendisine itaat etmesini, emirlerini yerine getirmesini[8], yeryüzünü imar etmesini[9], yönetmesini[10] ve kendi iradesine uygun tasarruflarda bulunmasını istemiştir. Bunun adı da kulluktur. Allah Teala ise mabuttur, bu da O’nun uluhiyetinin ve rububiyetinin bir sonucu ve gereğidir. Uluhiyetini ve rububiyetini ise hiçbir varlıkla paylaşmamıştır ve paylaşmamaktadır. Bunun simgesel ifadesi de “kelime-i tevhit” tir. Zira “kelime-i tevhit”, uluhiyet hakkının sadece Allah’a ait olduğunu ifade eder.
“Nefsini tanrı edinme” ifadesi, Allah’ın kendisine yüklediği kulluk görevlerinin tamamını veya bir kısmını terk ederek kendi arzu ve isteklerini tercih eden ve bu tercihe göre bir hayat yaşayan insana yöneliktir. Zira bir köle nasıl efendisine itaat etmek, sözünü dinlemek zorunda ise, bir kul da Allah’a kulluk etmek zorundadır. Aksi bir davranış, Rabbine isyan etmek, dolayısıyla da nefsini tanrılaştırmak anlamına gelmektedir. Allah Teala, imtihan gereği nefsi, hem “fücura/ kötülüklere yönelme, hem de takvaya/ kötülüklerden korunmaya yönelme potansiyeline sahip olarak yaratmış; nefsini kötülüklerden arındıran kimselerin kurtuluşa ereceğini, nefsini arındırmayarak kötülüklere dalan kişilerin ise hüsrana uğrayacaklarını haber vererek insanı bu konuda uyarmıştır.[11] Bu amaca yönelik olarak da Kur’an’da hem nefsini tanrılaştıranlardan, hem de nefsini arındıranlardan örnekler sunmuştur.
İlk örnek, Hz. Adem’in çocukları ile ilgilidir. O, iki oğluna (Habil ve Kabil’e) Allah’a birer kurban takdim etmelerini söyler. Onlar da Allah’a kurbanlarını takdim ederler. Habil, Allah’a en güzel hayvanını kurban olarak takdim ederken, Kabil iyi olmayan ürünlerinden bir demet takdim eder. Allah Habil’in sunduğu kurbanı kabul eder, fakat Kabil’inkini kabul etmez. Kabil de kardeşini kıskanır ve Şeytanın da vesvesesi ile nefsine uyar ve onu öldürür.
Kur’an’da “ahsenü’l kasas” olarak zikredilen Yusuf suresinde Hz. Yakup’un, Yusuf’u kuyuya atan kardeşlerine suçlarını itiraf ederek tövbe etmelerini ısrarla istemesine rağmen, onların yüksek egoları sebebiyle uzun bir süre suçlarını itiraf edip Allah’tan af dilemedikleri; Hz. Yusuf hakkında ise evinde ikamet ettiği kadının nefsinin arzularına uyarak ona sahip olmak istediği, Hz. Yusuf’un da o kadına meylettiği, ancak Allah’ın yardımı sayesinde Yusuf’un o kadının tuzağına düşmediği;[12] bunun üzerine onun “ Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü nefis Rabbimin merhameti olmadıkça kötülüğü emreder” [13] dediği anlatılır.
Hz. Davud’a ise Allah Teala :“Ey Davut! Biz sana yeryüzünde insanların işlerini görmen için yetki verdik. İnsanların arasında adaletle hüküm ver ve nefsinin arzularına uyma, yoksa seni Allah’ın yolundan alıkoyar. Muhakkak ki Allah’ın gösterdiği yoldan sapıtanlar için, hesap gününü unutmaları sebebiyle çok şiddetli bir azap var.”[14] diyerek uyarıda bulunduğu, benzer bir uyarıyı da Hz. Muhammed’e yatığı görülür:
“Sen de aralarında, Allah’ın indirdiğiyle hükmet! Onların arzularına uyma! Dikkat et de Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırıp fitneye düşürmesinler. Eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah onları bazı günahları yüzünden belaya çarptırmak istiyor. Zaten insanların birçoğu doğru yoldan iyice sapmış bulunuyorlar.”[15]
Hz. Davud ve Hz. Muhammed’e yapılan bu uyarılar, aynı zamanda inanan her insana da yapılmış bir uyarı demektir. Çünkü hiçbir insan, masum değildir. Peygamber de olsa her insan, hata etme potansiyeline sahiptir ve hata edebilir. Nitekim Kur’an’da peygamber hatalarına yer verilmektedir. Ancak peygamberlerin diğer insanlardan tek farkının, yaptığı hataların Allah tarafından tashih edilmesi veya Hz. Yusuf örneğinde olduğu gibi korunma ayrıcalığına sahip olmalarıdır.
Allah’ın emirleri ile nefsin arzu ve istekleri her zaman uyum içinde olmayabilir. Çoğu kere de olmamaktadır. Bu gibi durumlarda Allah’ın emrini tercih etmek, nefsin arzularına ve isteklerine uymamak gerekir. Bunun bir örneğini Kur’an bize Hz. Zeyd ile Hz. Zeynep’in evlenmesi konusunda verir. Cahiliye Dönemi’nde yaşayan güçlü geleneklerden biri üst tabakaya mensup asil ve zengin kızların, kölelerle veya fakirlerle evlenmemeleriydi. Hz. Peygamber’in en önemli tebliğ metotlarından birisi ise, Allah tarafından gelen emir ve yasakları önce kendisinde; şayet zikredilen hususları kendi şahsında uygulama imkânı bulamamışsa, o emir ve yasakları en yakın akrabasında uygulamasıydı.
Hz. Peygamber, insanları, bir tarağın dişleri gibi eşit kabul ediyordu. “Takva” dan başka hiçbir özellik, insanlara ayrıcalık getirmemeliydi. Cahiliye Dönemi’nden itibaren devam edip gelen imtiyazlı sınıf hakimiyeti ortadan kalkmalı, eşitlik ve adalet üzerine insanlık yeniden teessüs etmeliydi. Bunun için de en uygun formül, biri hür, diğeri köle olan iki kişinin evliliği idi. Zeynep’in evliliği, bu iş için bulunmaz bir fırsattı.
Zeynep’in kız kardeşi bir gün Hz. Peygamber’e gelip Zeynep’in evliliği konusunu açınca, Hz. Peygamber, bu kötü âdetin kaldırılması zamanının geldiğine karar vermiş ve gidip Zeynep’i evlâtlığı Zeyd b. Hârise’ye istemişti. Bu talep, ailede büyük bir tepkiye sebep olmuştu. Örfün etkisi o kadar güçlüydü ki, Hz. Peygamber’i bile geri çevirmişler ve Zeynep’i vermemişlerdi. Zeynep de bu evliliğe zaten baştan karşıydı. Zira Zeyd, her şeyden önce âzad edilmiş olsa bile, neticede bir köle idi. Üstelik Yemenliydi ve fakirdi. Zeynep ise Kureyşli bir kadının kızıydı ve aristokrat bir aileye mensuptu. Bu evlilik nasıl olabilirdi? Olmamalıydı. Zeynep bu duyguların etkisindeydi ve bu nedenle de Hz. Peygamber’in bu evliliği ısrarla istemesindeki amacı kavrayamamıştı.
Bu durumda bir tarafta Hz. Peygamber’in teklifi ve irade beyanı, diğer tarafta Zeynep’in karşı duruşu vardı, dolaysıyla Hz. Peygamber’in isteği ile Zeynep’in arzusu çatışmıştı. Bunun üzerine Allah Teala, “Allah ve Peygamberi, bir şeye hükmettiği zaman inanan erkek ve inanan kadına artık işlerinde bir tercih hakkı yoktur. Allah’a ve Resulüne isyan eden apaçık bir sapkınlık içindedir”[16] diyerek Zeynep ve kardeşini uyarmış, bu uyarı üzerine onlar da bu evliliğe razı olmuşlardı. Böylece hem çatışma sona ermiş, hem de toplumdaki sınıf farkına dayalı anlayış ilk darbeyi almıştı. Ne var ki gönülsüz yapılan bu evlilik fazla uzun sürmedi, ama söz konusu kast sitemini de sarsmaya yetmişti.
Söz konusu ayetlerin ilk muhatabı her ne kadar Zeynep ve ailesi olsa da, bugün bu ayetlerin muhatabı Müslümanlardır. Zira ayetin hükmü onlara özel değil, geneldir ve bütün Müslümanları kapsamaktadır. Bu nedenle bir Müslümanın arzu ve istekleriyle Allah’ın arzu ve istekleri çatıştığında Müslümanın görevi, nefsini değil, Allah’ın emirlerini tercih etmektir. Nitekim bu konuda hem Hz. Peygamber, hem de Müslümanlar Allah tarafından uyarılmışlardır:
“Sen yalnızca onları Allah’ın dinine davet et ve emr olunduğun gibi dosdoğru ol. Onların arzularına uyma ve onlara ‘Allah’ın kitaptan indirdiklerine iman ettim, aranızda adaletle karar vermekle emr olundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizimle sizin aranızda bundan (Kur’an’dan) başka hiçbir bağlayıcı delil yok. Bizim yaptıklarımızın sorumluluğu bize ait, sizin yaptıklarınızın sorumluluğu da size aittir. Allah aramızdaki yapılanları bir araya getirip hükmünü verecektir. Çünkü dönüş O’nadır.”[17]
“Rabbinden açık deliller üzerinde olan bir kimseyle, kendisine yaptıkları kötülükler süslü gösterilmiş ve arzularına uyan kimse eşit midir?”[18]
“ Rabbin azametinden korkup, kendini nefsinin arzularından men eden kimsenin, varacağı yer Cennet’tir”[19]
Nefsin arzu ve istekleriyle mücadele gerçekten zordur. Zor olduğu içindir ki Hz. Peygamber, “Mücahit, nefsiyle cihat eden kimsedir”[20] deme ihtiyacı hissetmiş ve nefisle mücadeleyi büyük cihat olarak açıklamıştır. Özellikle egosu yüksek, benmerkezci ve narsis kişiler için, nefisleriyle mücadele etmek çok daha zordur. Bir reklamda söylenen “ Kontrolsüz güç, güç değildir” sözü, nefis için de geçerlidir. Nefis bir güçtür ve kontrol edilmesi gerekir. Bu da eğitimle olur. Eğitilmemiş bir nefis akla lokomotif olur ve onu katar yaparak peşine takar. Olması gereken ise aklın lokomotif, duyguların katar olmasıdır. Nefsi yönetmek ve kontrol etmek ise ancak bilgiyle ve bilince dayalı eğitimle mümkündür. Bunu başarabilenler, nefislerine kul olmazlar, bir diğer ifade ile nefislerini Tanrı edinmezler. Zira nefse kul olmak, onu Tanrılaştırmak demektir.
Kutlu Doğum Etkinlikleri için gittiğim bir konferansta sevgiden söz etmiş, Peygamberimizin “Sevdiklerinize sevdiğinizi söyleyin!” hadisini anlatmış, sonra da kendisinin eşi Hz. Âişe’ye “Seni birbirinden ayrılmayan bir kör düğüm gibi seviyorum!” dediğini nakletmiştim. Bundan sonra da dinleyicilere “acaba biz evlendikten sonra eşlerimize seni seviyorum diyor muyuz veya kaçımız diyoruz ?” diye de sormuştum.
Konferanstan sonra pek çok kadın dinleyenim yanıma gelerek, eşlerinin evlenmeden önce kendilerine sevdiklerini söylediklerini, ama evlendikten sonra bu sözü ya çok nadir söylediklerini ya da hiç söylemediklerini anlatmışlardı. Ben otobüse binip gelirken zihnimde konferansı değerlendirmeye başladım. O sırada birden beynimde şimşekler çakmıştı. Kendi kendime “Sen ele verirsin talkını, kendin yutarsın salkımı. Sen orada eşlerimize sevdiğimizi söylüyor muyuz? Diye konuştun. Peki sen bu sözü kendi eşine söylüyor musun?” dedim. Sonra aklıma, “Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz?”[21] ayeti geldi. Ürperdim. O an karar verdim. Eve vardığımda eşime, “Seni seviyorum!” diyecektim. Eve geldim. Ama hemen söyleyemedim. Söylemek istediğimde ise, içimden bir ses bana, “Sakın söyleme!” diye âdeta emrediyordu. Ne zaman söylemek istesem, içimden bir dürtü bana “bunu yapma!” diyerek mâni olmaya çalışıyordu. Neredeyse iki ay olmuştu ben hâlâ o sözü eşime söyleyememiştim. Kur’an okuyordum. Nefislerini tanrı edinenlerden bahseden ayete gelmiştim.
Sanki beynimde bir şimşek çaktı. Peygamberimiz “Sevdiklerinize sevdiğinizi söyleyin!” buyuruyor ve kendisi de bunu uyguluyor. Şimdi sen, Hz. Peygamber’in dediğini ve yaptığını mı yapıyorsun, yoksa nefsinin dediğini mi yapıyorsun? Peygamberini değil de nefsini dinliyorsan, böylece onu tanrılaştırmış olmuyor musun ? diye kendi kendime söylendim. Sonra da, “Nefis, seni tanrı edinmeyeceğim!” dedim.
Bulunduğum yerden kalkarak eşimin yanına gittim ve ona kendisini sevdiğimi söyledim. Eşim, bu da nereden çıktı dercesine yüzüme şaşkın şaşkın bakmaya başlayınca, ben de olayı başından başlayarak anlattım. Konuşmamı bitirince de, “İşte şimdi nefsimi yendim!” demiştim.
[1] Mustafa Çağrıcı, Heva, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul,1998, 17/274
[2] Ferit Develioğlu, Lügat,Ankara,1970, 428.
[3] Furkân,25/43; Câsiye: 45/23.
[4] Furkan,25/41-44.
[5] Casiye: 45/23.
[6] Tirmizî,. Zühd,8.
[7] Câsiye 45/12,13.
[8] Furkân 25/63-77.
[9] Hûd 11/61 .
[10] Bakara 2/30.
[11] Şems,91/8-10.
[12] Yusuf,12/23-2.
[13] Yusuf 12/53.
[14] Sâd 38(26
[15] Mâide, 5/49.
[16] Ahzab,33/36
[17] Şura,42/15
[18] Muhammed, 47/ 14
[19] Naziat 79/40-41.
[20] Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd, 2.
[21] Sâf, 61/2,