Bir Müslüman, sadece Allah’ın Dinine karşı gelmemekle ve “Beni başkası ilgilendirmez, ben kendime bakarım, peygamber miyim de ümmet kurtarayım” diyerek pasif kalmakla kurtulamaz. Aksine bir Müslüman, fazileti hâkim kılmak ve fenalığı ortadan kaldırmak için bütün gücünü bizzat ortaya koymalıdır. Yoksa “Ben emirleri yapıyorum, yasaklardan kaçıyorum. Bunları ihlal edenler de beni ilgilendirmez” diyen nemelazımcı bir Müslüman, sorumluluktan kurtulamaz.
“Onlara ne diye öğüt veriyorsunuz. O kanun tanımazlara herhangi bir nasihatte bulunmanın hiçbir yararı yoktur” (Bak:Araf:7/164) diyen Hz. Musa döneminin pasif/edilgen Müslümanları da Cumartesi yasağını ihlal edenlerle beraber helak olmuşlardı. Sadece dini, bireysel hayatında yaşayanlar, toplumsal sorumluluktan kurtulmuş olsalardı, bu gurubun helak olmaması gerekirdi. Çünkü toplumsal suçlarla ilgili Allah’ın sünneti/uygulaması budur. “Öyle bir fitneden sakının ki, o, aranızda yalnızca haksızlık edenlere ulaşmakla kalmaz” (Enfal:8/25) ayeti bu gerçeği ortaya koyuyor. Bu ayetin açıklanması mahiyetinde Rasûlullah (sav) şöyle buyuruyor:
“Yapabilme ve engel olabilme durumunda olmalarına rağmen, gözleri önünde açıkça işlenen günahlara göz yumdukları ve bunlara hiçbir hoşnutsuzluk tepkisi göstermedikleri sürece, günahkârların günahı yüzünden Allah bütün bir toplumu cezalandırır. İnsan topluluğu böyle bir duruma düştüğü zaman Allah, suçlularla beraber bunlara göz yumarak, müsamaha gösterenleri de aynı muameleye tâbi tutar.” (Hanbel, Müsned, IV/192)
Rasûlüllah (sav), sınır tanıyanlarla, sınır tanımayanların akıbetini, bir gemide yolculuk yapanlara benzeterek şöyle buyuruyor: “Allah’ın hudutlarına riayet edenlerle bu hususta ihmalkâr davranan kimselerin durumu; bindikleri geminin alt ve üst katlarını/kamara ve güvertesini paylaşmak üzere kur’a çeken bir gurup insanın durumuna benzer. Kur’a neticesinde bir kısmı aşağıya, bir kısmı yukarıya yerleşirler. Aşağıdakiler su ihtiyaçlarını karşılamak üzere yukarıya çıkmak zorundadır ve bu esnada oradakilerin üzerine su sıçratarak onları rahatsız etmektedirler. Bundan kurtulmak için aşağıdakilerden biri eline bir balta alarak geminin dibini delmeye başlar. Yukarıdakiler gelip sorarlar: “Hayrola, ne oluyor?” Onlar: “Su alırken size eziyet ediyoruz. Suya da ihtiyacımız var” diye cevap verir.Şayet yukarıdakiler buna engel olurlarsa kendileri de kurtulurlar, onları da kurtarırlar. Yok, seyirci kalırlarsa kendileri de, onlar da hepsi birden boğulurlar.” (Buhârî,Şehâdât,30; Tirmîzî,Fiten,12).
Gayri İslamî düzenlerin laik/seküler eğitim süzgecinden geçip amel ve iman bakımından birtakım sapmalara düşen insanımızın yanlışını, bir-iki sohbette düzelteceğimize inanmak saflık olur. Hidayet nasip etmek Allah’a aittir.Fakat yılların tortularını bir çırpıda, birkaç diyalogla yok etmek, eşyanın tabiatına uygun düşmemektedir.
Bir kısım insanımız, adı Müslüman olduğu halde, İslam dışı ideoloji ve fikirlere gönül vermiştir. İslam’ın mevcudiyetini fiilen inkâr edenlerin yanında; gönlünde, ruhunda ve kafasında Allah’ın hâkimiyeti ve vahdaniyetini bir tarafa bırakarak, mal ve mülk sevgisini, makam ve mevki hırsını/tutkusunu putlaştırıp İslam’dan fersah fersah uzaklaşanların varlığı, azımsanamayacak kadar çoktur. İşte bu tip günümüz insanını İslam’a çağırırken sürekli iletişim içinde bulunmamız gerekmektedir. Tedrici bir yolla, davet usullerine uygun bir tarzda, usta ve maharetli uzman bir hekim gibi davranmak durumundayız. Uzmanlığın en ince noktalarına kadar inerek, korkutmadan, ürkütmeden, kaçırmadan, nefret ettirmeden, en uygun metot ve üslupları kullanarak hidayet ilaç ve şifasını sunmaya çalışmalıyız. Neticeyi Allahu Teâla yaratacaktır. (Bak:Ahmet Önkal,Rasulullah’ın İslam’a Davet Metodu, s.40, II. Baskı)
Evet, Araf suresinde bahsedilen üç gruptan birincisi olan uyarıcıları dinlemeyerek günaha koşanlar, alçalmış maymunlar oldular.
İkinci grubu oluşturan ve uyarmadan vazgeçerek pes edenler, ya azab edildiler veya sözü edilmeye bile layık görülmediler.
Üçüncü grubu teşkil eden ve uyarılarına ara vermeden devam edenler ise -ayeti kerimenin beyanı üzere- kurtuldular.
O halde hangi grubun tavrını sergiliyoruz? İyice düşünüp safımızı ona göre tespit etmek durumundayız.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, Müslümanlar, çevrelerinde olup bitenlere duyarsız kalamazlar. Güçleri nispetinde “şerre fren, hayra motor olmak” zorundadırlar. Toplum gemisinin batışına sebep olacak delikler açılmasına seyirci kalamazlar. “Aman canım sen de aldırma diyemem, aldırırım” bilinciyle kötülüklere engel olmada ve “hakkı tutup kaldır”mada üzerlerine düşeni yapmak zorundadırlar. “Sanki ben söyleyince vaz mı geçecek? Yine bildiği doğrultuda hareket edecek. Ne diye müdahil olup ağrımaz başımı ağrıya sokayım. Ne bildiği varsa yapsın. Ben kendimden sorumluyum” deme hakkı yoktur. Biz neticeden sorumlu değiliz. Biz, bize düşeni yapmaktan sorumluyuz. Neticeyi yaratacak olan Yüce Allah’tır. Her çıkışın neticesi başarı olsaydı, Peygamber Efendimiz, amcası Ebû Talib’i hidayete erdirirdi. Ama O, her fırsatta amcasına gerçeği hatırlattı. Burada kazanan Peygamber efendimiz, kaybeden ise Ebû Talib oldu. Allah, Peygamberine “Niye amcana İslamî gerçekleri anlatmadın” diye sormayacak. Fakat Ebû Talib’i “Niçin yeğenine kulak vermedin” diye hesaba çekecektir. Öyleyse bizler, “netice alamayız” takıntısına kapılmadan “hakkı ihya, bâtılı iptal” ameliyesinde, dinimizin yüklediği sorumlulukları yeterince ifa etmeliyiz. Gerisi muhatabımızın sorunudur. Bizim de “Rabbimize karşı bir mazeretimiz olsun. Belki bir gün gerçeği anlayıp Kur’an’a dönerler” diyerek emri bil maruf neyhyi anil münker sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirmemiz gerekmektedir.
Son söz olarak deriz ki, eğer zihnimize “Nemelazımcılık” gibi bir virüs kaçmışsa, format atıp resetleyerek fabrika ayarlarımıza tekrar dönmemiz gerekir. Çünkü “Nemelazımcılık”, “Tatlısu Müslümanları’nın sorumsuzluğu ve pişkinliğidir. Gerisi lâf-ı güzâf.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi