Ayşe Böhürler’in kaleme aldığı “Nereye Aidiz?” yazısını siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz…
Evrensellik, küresellik, dünyalı olmak gibi liberal söylemler çok hızla tarih oldu. Yeniden milli, yerli kimlikler ve de kültürel ırkçılık yükselen değer haline geliyor. İnanç kaybolmaya başladı, aile sığınak olmaktan çıktı, cinsiyet sınırları belirsizleşti, ekonomi küreselleşti, iletişim sınırları kaldırdı, içeri ve dışarı kavramları muğlaklaştı, insan mı, yapay zeka mı beli olmayan medya figürleri derken kendimizi evrende kaybolmuş hissetmiyor muyuz?
Evimiz neresi? Dünyada milliyetçiliğin yükselişinin altında yatan değişimin bu soruda saklı olduğunu düşünüyorum. Her şeyin hızla aktığı bir dünyada akıntıya kapılmamak için tutunacak yere, bir eve ihtiyacımız var. “Kendimizi koruyacağımız, güvende hissedeceğimiz yer neresi olacak?” sorusu bu yüzyılın arayışını oluşturuyor. Cevaplar ise kafa karıştırıcı, çağın kendisi gibi muğlak! Batı ülkeleri buna kültürel ırkçılıktan bakarak yanıt arıyor. 17. yüzyılda hüküm sürmeye başlayan beyaz ırkın üstünlüğü teorileri tekrar devreye girmeye başladı. Mitler, masallar, efsaneler tekrar tekrar anlatılıyor. “Nereye aidiz?” sorusuna cevaplar yenide ya da gelecekte değil, çok eskilerde aranıyor.
Avrupa’da yeni sağı temsil edenler de bu sorunun peşinde gidiyor. Yabancı düşmanlığı, küreselleşmeye, neoliberal politikalara karşı olmak da bunun bir uzantısı. Avrupa toplumu ve dünya tam da Birinci Dünya Savaşı sonrası olduğu gibi yeniden millileşiyor, muhafazakarlaşıyor. İtalya’da aşırı sağcı “Kardeşler Partisi” seçimi kazanırken partinin lideri Giorgia Meloni’nin ilk açıklamasının Erdoğan ve Türkiye (Müslüman) karşıtı olması da bunu gösteriyor. Çok kültürlülüğe karşı çıkan yeni sağcılar farklı olanların haklarına fren sistemi getiriyor. “Benim ülkemde benim ırkım ve kültürümden olmayan benim kadar eşit olmaz” diyor. Artık sömürgecilik günleri övülüyor, kültürel evrenler fanuslar içinde, hava geçirmez ve dışa kapalı… Özellikle de ‘Doğu’ya karşı, özellikle de “Bu yüzyıl Türkiye yüzyılı olacaktır” diyen Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Türkiye’ye karşı…
Yeni yüzyılın kültürel ırkçılığı savunan siyasi akımları iktidara geldi ve gelmeye devam edecek. Düşman “öteki”ni de çoktan seçti. İnsanlık gerçekten insani bir duruma ulaşmak yerine yeni bir tür barbarlığa doğru giderken hala “Nereye aidiz?” diye sormaya devam mı ediyoruz…
YERİNDE SAYAN KOŞU…
“Koş” her zaman daha hızlı koş, hedefe ulaşmak için değil, statükoyu sürdürmek için, sadece aynı yerde kalmak için koş… Alman filozof ve sosyal teorisyen Hartmut Rosa içinde bulunduğumuz paradoksu çok iyi ortaya koyuyor. Pandemi bu paradoksun daha çok farkına varmamızı sağladı… Rosa diyor ki, “Bilgi alışverişinden seyahate her şey hızlandıkça hayat sadece üzerinde yürüdüğümüz bir koşu bandı haline geliyor.” Yazar bu konuda yapılan araştırma verilerini de tespitine veri olarak kullanıyor. “250 yıldır ilk kez, bugün Batı’daki insanların çocukları için daha iyi bir yaşam beklemediklerini, tam tersine hayatlarının daha zor olacağından korktuklarını” açıklıyor. “Siyasi eylemler artık daha iyi bir toplum yaratma eğiliminde değil- kimse bunu kimseye vaat etmiyor- daha çok krizleri savuşturmaya, en kötüsünden kaçınmak için mümkün olduğunca hızlı uyum sağlamaya odaklanıyor”…. Hartmut Rosa zamanın hızlanmasının yarattığı bu ikircikli mantığı analiz ederken günümüz insanının siyaset ufkunun değiştiğini söylüyor.
Her an her şey değişebilir… Böyle bir dünyada ilerleme, refah, kalkınma fikirleri de siyasetin hedefi olmaktan giderek çıkıyorsa siyasetin yeni hedefleri ne olacak? Hartmut Rosa gibi pek çok filozofun tespit ettiği bu belirsizlik bazen fırsat bazen de risk oluşturuyor. Türkiye’nin bu farkındalıkları, akışa kapılmadan sakince durarak fırsat ve riskleri doğru değerlendirdiği kanaatindeyim…