İlahiyatta öğrenciliğimin erken zamanlarından itibaren akademisyen olmaya karar vermiştim ve zihnimdeki en önemli problem en temelde İslam düşüncesinin içinde yaşadığımız modern durumlara nasıl cevap vereceği idi? Doğrusu bu zamana kadar yaptığım çalışmalarda zihni arkaplanımda cevaplandırmaya çalıştığım bu soru aktüalitesini korumaya devam etmektedir.
O dönemde ilahiyat alanındaki söylem ve çalışmalar geleneksel söylemin sınırları içerisinde kendisini göstermekteydi. Bu, gerek tarihsel süreçte kendilerine atıf yapılan alimler gerekse öne çıkarılan söylemlerde olabildiğince belirgindi. Nihayetinde “modern” olana taşmalar görülse bile günün sonunda geleneksel islami söylemin egemenliği hemen belli olmaktaydı.
1980 sonrasında Türkiye Özal ile birlikte dışa daha açık modernleşme politikalarına geçmekle birlikte, bu politikaların kültürel ve toplumsal yansımaları henüz kriztalize olmamıştı. Geriye doğru bir okuma yapınca, açıkçası küreselleşme sürecinin insanları nasıl dönüştürdüğü analiz edilmek istendiğinde 1980’li yılları iyi okumak gerekmektedir. Bizim açımızdan bu değişimlerin başında müslüman muhafazakarların yavaş yavaş merkeze doğru yürümeleri ve taleplerde bulunmaları gelmektedir.
Aslında her dönemde İslam düşüncesi açık ve örtük biçimde önemini farklı olay ve gelişmeler üzerinden göstermiştir. Bu, doğrusu “İslam”ın bu topraklarda kültürel, toplumsal vb. tüm hücrelerde vazgeçilmez bir yeri olması sebebiyledir. Ancak İslam düşüncesinin bu değeri “potansiyel” bir anlam taşımaktadır. Fakat o günden bugüne bu potansiyelin bilfiil düzeyine çıkarılamadığı görülmektedir.
O dönemde gerek İslam düşüncesi gerekse bu düşünceyi üretecek özneler her bakımdan periferide bulunmaktaydı. Dolayısıyla İslam düşüncesinin özneleri, daha çok mevcut duruma eleştiriler ile kendilerini ifade etmekteydi. Bu eleştiriler aileden gündelik hayata kadar geleneksel söylem ve pratiklerin içinden kuvvetle geliştirilmekteydi. 1970 ve 80’lerde ve hatta 90’larda siyasetin her bir başarısızlığı, İslami söylemin retoriği ile daha da belirginleşmekte ve İslami söylemin enerji biriktirmesini sonuçlamaktaydı.
İlahiyat okuduğum 1980’li yılların ikinci yarısından başlayarak islam ile modern dünya arasında toplumda (ki bu ilahiyat öğrencilerinde de yansımalarını bulmaktaydı) kurulan birkaç ilişki biçimi vardı. Birincisi, İslam ve modernliği birbirine kapalı dual dünyalar şeklinde algılayarak, modern dünyayı tamamen dönüştüreceğini düşünenler. Bu yönelim, geleneksel söylemi garantili islamilik şeklinde görmekte idi. Hatta çok farklı sosyolojik faktörlerle belirginleşen neo-selefi hareketler bu kapalı dünyayı daha da tahkim eden söylem ve pratikler gerçekleştirdiler. İkincisi, İslam’ın post/modern dünyanın birikimleriyle etkileşime girerek bu dünyanın soru(n)larına (olgularına) cevap üretmesi şeklinde benim de kendimi içinde ifade ettiğim yaklaşım.
Bugün gelinen noktada İslam dünyasının Batı karşısındaki başarısızlığı hala devam etmektedir. İslam düşüncesi adına “gelenek” içinden kuvvetli retorikle konuşan ve İslam’ı hala kapalı dünya içinde algılayan yaklaşımlar oldukça savrulmuş görünmektedirler. Onlardan bir kısmı benzer tavırlarını devam ettirmektedirler. Bir kısmı artık postmodern ideolojiye teslim olmamız gerektiğini söylüyorlar. Teknoloji, küreselleşme, tüketim ve para bu retoriği oldukça dağıttı. Anlaşılmaktadır ki, sağlıklı bir zeminde inşa edilmediği için post/modern dünya karşısında dağılmıştır.
Bu retorik dağıldıktan sonra onun özneleri süreç içerisinde “zemin”lerini kaybettiklerinden bir politikası bile olmayan “eyyamcı”lığa doğru savruldular. O zamanlar “modern” ve “eyyamcı” olarak görünen ben ise onların geldiği noktaya göre “gelenek”te ikamet ediyor görünmekteyim. Gelenekselci değilim (tabii ki tüm geleneği önemsiyor ve gelenek olmadan gelecek olmaz diyorum) ancak temel zemin o kadar hızlı tarumar oldu ki, geleneği hatırlatmak bana kaldı.
Prof. Dr. Mustafa TEKİN