-İnsanoğlunun Nesneleşmesinin Tarihine Kısa Bir Giriş Denemesi-
Eğitim-öğretim ile ilgili arayışlar, tartışmalar ve farklı uygulamalar insanlık tarihi kadar eskidir. İlk topluluklardan bu yana insanoğlu hem bireysel anlamda hem de toplumsal anlamda kendisini ifade etmek, tanıtmak, karşısındakini etkilemek ve anlamak için farklı yöntemler, modeller oluşturmuş, bir şekilde kendisini eğitim-öğretim dediğimiz faaliyetler içerisinde bulagelmiştir. Hem bir topluluk olarak hem de topluluğun bir ferdi olarak hem içinde yaşadığı toplumun kurallarını öğrenip öğretmek ve uygulamak için çaba göstermiş, yani geleneğinin bir parçası olmuş, hem toplumun varlığı korunup devamı garanti altına alınmış hem de kendi şahsi gelişimi sağlanmıştır. Sonuçta kendisini bu tür faaliyetlerin bir parçası olarak görmek ve mevcudu yaşamak durumunda kalmıştır.
Bu açıdan bakıldığında insan bireysel olmaktan çok toplumsal bir varlıktır. Çünkü o, bir topluluk, çevre, aile içinde doğar, büyür, o çevrenin kültür ve geleneği içinde kendisi olur. Bir din ve dile kavuşur. Bu kültür, din ve dil ile kendisi dışındakilerle aynılaşır veya ayrışır. Bu durum insani gerçekliğinin bir boyutudur. Diğer bir boyutu ise tüm yeteneklerini ve etkinliğini kendini ait hissettiği topluluk içinde ortaya koysa da özü itibari ile insanın tekil bir varlık oluşudur. Bu tekilliği onu pek çok konuda onun çevresindeki diğer tekillerden/ bireylerden farklı kılar. Bu tekillik ayrıntı gibi görünse de bunun bireysel ve toplumsal yansıması, bireysel ve toplumsal hayatın temel dinamiğini ve cazibesini oluşturur.
Ancak insanın tekilliği, yani her bir insanın biricikliği, içinde yaşadığı toplumun kendilerine özgülüğü ve biricikliği ile yakından ilgilidir. Toplumunun bir ferdi olan bireyin biricikliği, toplumunun biricikliğini belirlediği gibi, toplumunun biricikliği de bireyin biricikliğini ortaya çıkarır. Toplum birey ilişkisinin her boyutunda bir yumurta-tavuk, tavuk-yumurta ilişkisi sözkonusudur. İkisi birbirini doğurur. Çünkü her bir bireyin kendine özgülüğü, o toplumun bir ferdi olan bireyin kendine özgülüğünden çok da farklı değildir. Bu özgülük o birey ve toplumunun düşünce biçimi, kültür, din, dil ve davranışlarında da kendisini gösterir.
İnsanların bir topluluk halinde yaşamaya başlamaları ile birlikte insanın kendine özgülüğü her alanda daha bir görünür ve fark edilir hale geldi. Coğrafyanın, sosyolojinin, hatta tarihin belirleyiciliği farklı bireylerin ve farklı toplumların oluşmasını tetikledi. Toplulukların çoğalması hem topluluk içi hem de topluluk dışı etkileşime, rekabete hatta asimilasyon ve savaşa neden oldu. Bu durum iletişim ihtiyacını, iletişim ihtiyacı da öğrenme ve öğretme ihtiyacını ortaya çıkardı. Çünkü toplum ve bireylerin kendilerini ifade etmeleri, farklı toplumları tanımaları, karşılıklı etkileşimleri veya tek taraflı etkileme ve asimilasyon durumları öğrenme ve öğretmeyi sürekli kılma ve sistematik hale getirme sonucunu doğurdu.
İnsanın öğrenme ihtiyacının ve bu ihtiyacı sistemleştirmesinin bir gereği olarak aynı topluluk içindeki bireylerin birbiri ile tanışıp kaynaşması ve devamı olarak da toplulukların birbiri ile tanışarak daha büyük toplulukların ortaya çıkmasını sağlamıştı. Böylece her bir topluluğun kendisinden bir parça taşıdığı daha komplike ve şemsiye kültürler ve aidiyetler inşa edilmişti. Bu tanışma ve inşa süreci ilanihaye devam ediyor…
Böylece kültürlerin, inançların, dinlerin, dillerin devreye girmesi ile hem anlattığı şeylerin niteliği hem de niceliği ile ilgili çalışmalar hızlandı. Yeni yapılar, yöntemler, yeni anlatılacak şeyler/ konular ortaya çıkmaya başladı. Aslında her yeni yöntem, yeni bir konu, yeni bir dil ve kültür yeni bir insan ve yeni bir toplum da ortaya çıkardı.
Çünkü insanlar doğaları gereği var olanı, gördüklerini, hissettiklerini kültür ve dillerinin imkânları çerçevesinde ancak kendine özgü bir şekilde yani her bireyden farklı bir tonda, özellikte algılayıp yorumlarlar. Çünkü her bir insan, kendisi dışındaki her bir insandan farklı olduğu için şahitliklerindeki dil, üslup ve yorumlar da farklı olur. Yani insan var olanı kendince ortaya koyar. Aynı gerçeklik farklı pencerelerden görenlerin gözlerinde ve dillerinde sanki farklı gerçekliklermiş gibi görünür. Görünen şey, farklı göz, dil ve sözün aracılığında başka bir şeye dönüşür. İşte bu dönüşüm süreçlerini biz bugün öğrenme veya olumsuz anlamıyla eğitim-öğretim olarak tanımlıyoruz.
Bu süreçler birbirini takip ederek devam ederken insanoğlu bireysel veya toplumsal düzeyde insanlık tarihi boyunca eğitim-öğretim işini bir araç olarak kullanagelmiştir. Öyle ki her bir birey, her bir toplum, her dini ve sosyal grup, her bir iktidar kendi düşüncesini, algı ve yorumunu, bilgi birikimi ve tecrübesini, ideolojisini başkası ile paylaşmak, diğeri üzerinde hegemonya kurmak, öteki gördüğünü asimile etmek için eğitim öğretim işini bir araç olarak göre gelmiştir.
İşte eğitim öğretim dediğimiz şey, insanın hemcinsi ile hem aynılaşırken hem de ayrışırken muhatap olduğu en temel, en dinamik ve en etkili dönüştürücü durumundadır ve bu konumu sürekli bir hal olarak bugün küresel ölçekte devam etmektedir. Eğitimin bu işlevine paralel olarak her bir birey ve toplum için tanımlayıcı ve belirleyici rolünü de derinleştirerek, ağırlaştırarak sürdürmektedir.
Genetik olarak aldığı miras ve çevrenin yönlendirmesi ile insanoğlunun zihni “ben” merkezci veya aidiyetçi (toplum merkezci) bir şekilde kodlandığı için öteki oluşturarak varlığını idame ettirir. Sonrasında da “öteki” kabul ettiğini kendisine dönüştürmeye veya kendisine itiraz edemez hale getirmeye çalışır. Bunları bireysel ölçekte bizzat kendisi yaptığı gibi toplumsal ölçekte ise toplumun ve idarenin/ iktidarın güç, imkân ve araçları kullanılarak yine “görevlendirilmiş vatandaşlar” eliyle yapılır. İşte bu dönüştürme, kendisine benzetme (Çünkü insanın doğası gereği, bir başkasını tam anlamı ile kendisi kılması mümkün olmamaktadır.) ve etkisiz kılma işine eğitim denmektedir. Bu iş, benzer veya farklı yöntemlerle (sistematik veya değil) insanlığın topluluk olarak yaşamaya başladığı günden bu yana süregelmektedir.
Pek çok konuda olduğu gibi eğitim alanında da bazı kırılma anları/dönemleri sözkonusudur ki, bu kırılma anları kendisinden sonraki dönemlerin şekillenmesine neden olmaktadır. Milattan sonra 10.yy’a kadar iktidarlar insanların eğitilmesi işi ile doğrudan ilgilenmemişler, bu iş, ruhban sınıfı, din adamları veya farklı toplumsal dinamiklerin eliyle gerçekleştirilmiş, iktidarlar en fazla bu güç odakları ile anlaşma yoluna gitmişler, onları etkileyip yönlendirmişlerdi. Ancak öğrenme ve öğretmedeki asıl kırılma modern zamanlarda gerçekleşmiştir. Bu yeni anlayış/ yeni model, Aydınlanma sonrasında Avrupa’da uygulamaya sokularak yüz yıl içerisinde tüm dünyaya yayılmıştır.
Daha önce bir örneği var mı bilmiyorum ama benim bildiğim eğitimin doğrudan devletin eliyle, devletin çıkarları öncelenerek ilk uygulama meşhur ve karizmatik Selçuklu veziri Nizamulmülk’ün emir ve kontrolünde gerçekleştirilmiştir. Müfredatından ders ve hocaların seçimine kadar kurulan medresenin/ medreselerin her şeyi ile Vezir ilgilenmiştir ve bu medreseler “Nizamiye Medreseleri” ismi ile meşhur olmuştur. Ancak bu uygulamanın modern zamanlardaki uygulamalardan en temel farkı tüm toplumu eğitmek gibi bir amaç taşımamış olmasıdır. Sadece devletin ihtiyacı olan kadroların yetiştirilmesi ve devlet için güvenlik riski oluşturan geleneksel sivil eğitim kurumlarını denetlemesi ile sınırlı kalmasıdır. Çünkü o dönemde devletin isyan ve terör hadiseleri ile başı beladadır. Bölgesel isyanların yanında, önemli devlet yöneticileri, devlet kurumları içine yerleştirilmiş ajanlar veya “fedailer” tarafından bir, bir katledilmektedir. Böyle bir ortamda, farklı dini gruplar ve farklı toplumsal kesimler, devlete karşı gerçekleştirilen isyanların ve katliamların odağı olarak görülmektedir. Bu nedenle devlet için “tehlikeli” görülen bu yapıların, faaliyetlerinin denetlenip kontrol altına alınması gerekmektedir. Devlet kendi kurduğu medreselerde ihtiyacı olan personeli (daha çok hukuk ve din hizmetleri alanında) yetiştirirken bu medreselerle, genellikle camilerde veya müştemilatında gerçekleştirilen geleneksel eğitim faaliyetlerine ve tekke ve zaviye türü yerlerin çalışmalarına hem rol model olmakta hem de onları denetleyip yönlendirmektedir. Bu durum, yani devletin yönlendiriciliği az çok farklılıkla 19.yy’a kadar devam etmiş, özellikle Cumhuriyet ile birlikte yeni bir evreye geçmiştir.
19.yy’a kadar eğitim, ilim öğrenmek isteyen kişilerin, istedikleri ilmi (bu ilim genelde dini ilimlerle sınırlıdır; sosyal ve fen bilimleri veya felsefi konular nadiren dini ilimlerin alt konusu olarak sunulmaktadır) istedikleri kişiden veya medreseden alabilmektedir. Bu konuda devletin herhangi bir eğitim desteği veya istihdam taahhüdü veyahut bir yasaklaması söz konusu değildir. Dediğimiz gibi zaten devlet kendi elaman ihtiyacını ya kendi kurduğu okullardan ya da kontrolündeki sivil medreselerden temin etmektedir. O dönemde devlet, tüm toplumu eğitmek gibi bir görevinin olduğunun farkında değildir, toplumun da böyle bir talebi yoktur. Devletin görevi, toplumun/ tebanın güvenliğini sağlamakla sınırlıdır, toplumun da/tebanın da bunun karşılığı olarak vergi verme ve askerlik gibi görevleri vardır. Buradaki temel mantık devletin şekli ne olursa olsun onun görevi devletin devamını sağlamaktır. Çünkü devlet yok olduğunda kendi güvenliği ve varlığı da yok olacaktır.
Gerçi modern zamanlara kadar (18.yy) ne devlet yöneticileri ne o bölgede yaşayanlar için bilinen anlamda bir vatan ve vatandaşlık algısı yoktur. Devletin gerçek sahibi sultandır, derebeyidir, kraldır. Bölge halkı da güvenliklerinin korunması karşılığında sultana “biat” ederler. Durum istedikleri gibi olmadığında başka bir sultanın yurduna göç ederler. Bu durum ilanihaye devam eder.
O dönemde bugünkü anlamıyla “vatan” ve “vatandaşlık” ilişkisi söz konusu olmadığı için bugünkü anlamda bir eğitim algısı da söz konusu değildir. Her birey neyi öğrenmek istiyorsa, ne olmak istiyorsa kendisinin arayıp bulması gerekmektedir. Devletin ve içinde yaşadığı coğrafyanın, “vatan” olması ile birlikte bölge halkı/ insanı da vatandaş olmuştur. Artık bulunduğu coğrafyayı, doğduğu toprakları, vatandaşı olduğu devleti beğenmeyip başka yerlerde kendisine yeni “vatanlar” yeni devletler kurma lüksü yoktur. Artık modern zamanlardan itibaren coğrafyasının kaderi kendi kaderi olmuş durumdadır.
Ancak bu sıkışma ve coğrafi kadere teslim olma hali, eğitimin, okulun, diplomanın en temel bireysel ihtiyaç olarak kabul görmesi ve bir sisteme dönüşerek küreselleşmesi ve diplomanın bireyin kariyer ve gelecek planlamasında temel belirleyici haline gelmesi ile birlikte yeni bir boyut kazanmıştır. Bu modern dönemde insanların coğrafyalarında vatandaş kılınarak, coğrafi sıkışmışlığa mahkûmiyetleri ağırlaşarak devam ederken, küresel eğitim algısı, eğitim araçları ve bir eğitim çıktısı olarak diploma fetişizmi onları küresel ölçekte, küresel efendilerin küresel köleleri haline getirmiş durumdadırlar.
Eğitimin küreselleşip, küresel bir zorunluluk haline gelmesi, teknolojik gelişmişlik ve bilgiye ulaşmanın kolaylaşması ile birlikte daha da özgürleştiğini varsayan insanoğlu kendi kimliğine ve coğrafyasına özgü renklere, yerel kültüre yabancılaşmayı bir erdem ve kazanım olarak görerek küresel bir ferde, nesneye dönüştüğünün, sıradanlaştığının farkında değildir. Belki de bu sıradanlaşma onun en temel beklentisi durumundadır. İşte modern dönemlerin eğitim sistemi küresel bir algı ve yaşam biçimi inşa ederek kişinin ve ebeveynlerinin izin ve onayı ile onu coğrafi zindanında küresel bir tüketici haline dönüştürmüştür.
Bu sekr hali daha uzun yıllar devam edecek gibidir. Çünkü her kesimi, her rengi, her etnik ve dini kökeniyle insan, bu sekr halini içselleştirmiş durumdadır ve bu hali normal bir hal olarak görmektedir. Bu nedenle mevcut eğitim sisteminin hatalarının sayılıp dökülmesinin, sistemi düzeltme çabalarının veya sistem içinde kalarak yeni model ve yöntem arayışlarının herhangi bir anlamı olmadığı gibi pratik/reel bir karşılığı da yoktur. Bu sistemin geliştirilip “daha insani” hale getirilmesi sistemin doğası gereği mümkün değildir. Sistem özü itibari ile insani değildir, çünkü insanı hayvanlaştırmayı ve nesneleştirmeyi amaçlamıştır. Bugüne kadarki uygulamalar bunu ispatlamış durumdadır. Eğitim hem bir doktrin ve düşünce olarak hem de bir model ve uygulama olarak, kutsallaştırıldığı, bir tabuya/ doğmaya dönüştürüldüğü için la yusal/dokunulamaz, sorgulanamaz konumdadır. Bu konumu hem yönetenler hem de yönetilenlerin elbirliği ile her gün biraz daha perçinlenmektedir. Bunu kimin yaptığı veya niye yaptığı gelinen nokta açısından çok önemli değildir. Önemli olan gelinen noktadır, yani fiili durumdur. Bazen fiili durumlar ancak başka bir fiili durumla değiştirilebilir. Bu konunun tartışması da bahsi diğerdir.
Bu çerçeveden bakıldığında toplumların, devletlerin gelişmişliğinin, kalkınmışlığının, refah seviyelerinin yüksekliğinin, devlet- vatandaş ilişkilerinin kurumsallaşmasının ve bireyin özgürlüğünün doğrudan eğitim ile bir ilgisi yoktur. Ayrıca tüm bu tanımlamalar izafidir. Baktığınız yöne göre değişir.
(Not: bu makale, Özgün İrade Dergisinin, Eyül 2018 sayısında yayınlanmıştır.)
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi