Kur’ân’da “Veli” Kelimesi tekil ve çoğul olarak 80 civarında âyette geçer. Veli sözcüğünün esas kökü “velâ”[1] kelimesidir. Ve etimoljik gelişimi içerisinde bu kelime “yardım, işini üstlenme, destek verme” anlamlarını kazanmıştır. Veli aynı zamanda Allah’ın güzel isimleri arasında yer alır. Bunun yanında müminlerin bir sıfatı olarak da “nasir/yardımcı” sıfatıyla yan yana kullanılır. Bu “nasir” sıfatı “nusret/yardım” kökünden gelmektedir. Kur’an’ın müminleri Allah’ın yardımcıları olmaya çağırırken bu kökten türeyen “ensâr/yardımcılar” kelimesini tercih etmesi çok anlamlıdır. Kur’ân insândan Allah’ın yardımcısı olmasını isterken bir temenni kipi değil emir kipi kullanmaktadır: “Siz ey imana ermiş olanlar! Meryem oğlu İsa gibi, siz de Allah’ın [dâvâsının] hizmetçileri/yardımcıları olun!”[2]
Veliliğin en mükemmel ve ölümsüz temsilcisi Allah’tır. Vefasızlığı, küstahlığı, hıyaneti, vurdumduymazlığı, acımasızlığı, ayıp görücülüğü, gönül kırıcılığı olmayan; serveti, izzeti, mülkü, sevgisi, kudreti sınırsız olan; bütün bu sahip olduklarından velisine/dostuna esirgemeden veren tek dost, O’dur. O, hep ayıp arayıp hiç affetmeyen insâna karşın, hiç ayıp aramayıp hep affeden, cömert ve aziz dosttur. Bu yüzdendir ki; “O’nu bulanın kaybedeceği bir şey olmayacağı gibi, O’nu kaybedenin de bulacağı bir şey yoktur”. Böyle olduğu içindir ki; O’nu bırakıp başkalarına gönül verenler örümcek ağına sığınmayı kudret ve saltanat sanan zavallılardır.[3] O halde dostluk sırrını bilen iman adamının gerçek ve değişmez dostu, Allah’tır.[4] Bütün bunlar bize gösteriyor ki; iman adamı, dostluğu ve dostu belirlerken gerçek dosttan, Allah’tan yola çıkar. Ve kuracağı dostluklarda O’ndan onay alır. Çünkü iman adamının düşmanlarını en iyi bilen de Allah’tır.[5]
Âyeti kendinden önceki âyetlerle ve indiği dönemin tarihsel koşullarıyla birlikte ele aldığımızda şunları söylememiz mümkündür. İslâm’dan önce Medine’de Araplar’la birlikte Kaynukaoğulları, Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları adında üç Yahudi kabilesi mevcut olup Araplar’la aralarında dostluk antlaşması vardı. Araplar İslâm’dan sonra da bu dostluğu devam ettirmek istediler. Fakat Yahudilerle münafıklar görünüşte dost gibi davransalar da her fırsatta Müslümanların aleyhine çaba harcamışlar. Özellikle Hz. Peygamber’in askerî planları hakkında Müslüman dostlarından edindikleri bilgileri müşriklere ulaştırmışlardı. Bu nedenle Mâide/41. âyetten itibaren bu âyete gelinceye kadar Medine Yahudilerinin Müslümanlara karşı olan tutum ve davranışları, münafıklarla olan dostluk ilişkileri ve bunları Müslümanların aleyhine kullanmaları, kendi kutsal kitapları olan Tevrat’a karşı samimiyetsizlikleri, Müslümanları İslâm’dan döndürerek Hz. Peygamber’i başarısızlığa uğratmaya gayret göstermeleri gibi olaylar anlatılarak veya bunlara işâret edilerek Yahudi ve Hristiyanlarla kurulacak dostluğun faydadan çok zarar getireceği Müslümanlara açıklanmıştır. Sonrasında ise bu âyette müminlerin bu gibi Yahudi ve Hristiyanlardan samimi dostlar edinmemeleri emredilmiştir.
Müslümanların Medine’ye göç ettikleri dönemde burada Hristiyanların bulunmaması veya yok denecek kadar az olması sebebiyle Müslümanlar Yahudilerden gördükleri sıkıntıların benzerini onlardan görmemişlerdir. Hatta Kur’ân, Hristiyanların Müslümanlara Yahudilerden daha iyi davrandıklarını bildirmektedir.[7] Ancak Kur’ân’a ve Hz. Peygamber’e iman etmedikleri için Hristiyanların da Müslümanlar ile kuracakları dostluğu kötüye kullanma ihtimalleri bulunmaktadır. Nitekim Bakara/120. âyetinde Hz. Peygamber’e hitaben, “Sen onların dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da senden asla memnun kalmayacaklardır” buyurulmuştur. Mademki, Ehli Kitap kendi milletlerinin/milliyetlerinin uydusu olmayanları sevmezler, o halde onlar evrensel bir ruhun dostu/velisi olmaya layık değillerdir.
Çünkü bir insânın dost olmaması onun düşman ilân edilmesi anlamına gelmez.[8] Bu nedenle buradaki yasaklanan dostluk, kişisel/insânî dostluk değil, “dini/siyâsî, ahlâkî/sosyal amaçlı/politik” bir velâyet/yakınlıktır. Eğer onlar Müslümanlara karşı savaş açmışlarsa, onları vatanlarından/ülkelerinden çıkarmaya kalkışmışlarsa yâni bir anlamda Ehli Kitap, Müslümanların siyasi geleceğine kastetmişse, onların güvenliğini tehdit ve ihlâl ediyorsa işte mutlak yasak olan dostluk/müttefiklik budur.[9] Anlaşılıyor ki; Ehl-i Kitap, “veli” olmaz ama “muâhed” yâni anlaşmalı/sözleşmeli birlikte yaşanır kişiler olabilir. Ehl-i Kitap ile dost olmamamızın anlamı, onlarla ilişkiyi kesmek, onların yanına uğramamak, onlarla savaş halinde olmak hiç değildir. Onlarla birlikte yaşanır, inançlarına, ibâdetlerine saygı gösterilir. İslâm tarihi boyunca Müslümanlar Ehl-i Kitab’ı hep korumuştur. Onlara her devir ve zeminde inanç ve düşünce hürriyeti sağlamışlardır.
Fakat ne yazık ki; aynı tavrı Yahudiler ve Hrıstiyanlar Müslümanlara karşı gösterememişlerdir. Bu gerçeklik Âl-i İmrân/119. âyette şöyle açıklanmıştır: “Siz onları sev[meye haz]ırsınız, ama onlar, bütün vahiylere inansanız bile sizi sevmeyecekler. Ve sizinle karşılaştıklarında, “Biz [sizin inandığınız gibi] inanıyoruz!” derler. Ama kendi başlarına kalınca size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. De ki: “Öfkenizle kahrolun! Unutmayın, Allah [insanların] kalplerinde ne varsa hepsini bilir!”[10]Ehl-i Kitap’ın dost olmayışlarının zorunlu sonuçlarından biri de onların, tıpkı müşrikler gibi, Müslümanlara iyilik ve hayır gelmesini istememeleridir: “Siz ey imana ermiş olanlar! Sizden olmayan kişileri dost edinmeyin. Onlar sizi yoldan çıkarmak için ellerinden gelen hiçbir çabayı esirgemezler ve sizi sıkıntıda görmekten hoşlanırlar. Şiddetli öfke ağızlarından taşmaktadır; kalplerinde sakladıkları ise daha da kötüdür. Biz [bununla ilgili] işaretleri sizin için [işte böylesine] açık ve anlaşılır kıldık, eğer aklınızı kullanırsanız.”[11]
“Ne önceki vahyin takipçilerinden hakikati inkâra yeltenenler, ne de Allah’tan başka şeylere ilâhlık yakıştıranlar, Rabbin tarafından sana indirilen bir hayrı[12] görmekten hoşlanırlar. Ancak Allah dilediğini rahmetine ulaştırır; zira Allah, sınırsız lütuf Sahibidir.”[13] “Kendilerini önceki vahye bağlı sayanların çoğu, kıskançlıklarından dolayı, sizi, iman ettikten sonra yeniden hakikati inkâra döndürmek isterler; [hatta] hakikat kendileri için apaçık ortaya çıktıktan sonra bile. Buna karşılık, siz (ey imana erişenler) Allah’ın iradesini ortaya koyacağı vakte kadar onları hoşgörün ve dayanın. Unutmayın, Allah her şeye kâdirdir.”[14]
Âyetin devâmında “Sizden kim onları dost edinirse, kesinlikle onlardan olur”. İfâdesi ilk bakışta çok ağır bir sonuç karşımıza çıkarmaktadır. Elbette bu dostluk yukarıda da dediğimiz gibi Müslümanlara düşmanlık göstermeyenlerle yapılan normal insânî dostluğu kapsamamaktadır. Burada yasaklanan dostluk Yahudileri ve Hristiyanları “koruyucu/gözetici/yönetici” yapan ahlâkî ve politik bir velâyettir/dostluktur. Ahlâkî velâyet onların hayat tarzını kabul etmektir, politik velâyetse onları başınıza üstün/otorite olarak kabul etmektir. Her kim onları bu manada dost edinirse o, zaman içerisinde onlar gibi olmaya başlar. Yani sonunda onlar gibi düşünmeye, onlar gibi yaşamaya, onlar gibi inanmaya ve onlar gibi duyup görmeye başlar. Yine Mâide/57. âyette bu konuya değinilerek şu açık uyarı yapılır: “Siz ey imana ermiş olanlar! Eğer gerçek müminler iseniz, inancınızı küçümseyen ve onunla eğlenenleri –bunlar ister sizden önce vahiy verilenlerden, isterse [bu vahyin] hakikati[ni] inkâr edenlerden olsunlar– dost edinmeyin ve Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun.”[15]
Bu noktada da Kur’ân şu uyarıyı yapar: “Müminleri bırakıp hakikati inkâr edenleri dost edinenlere gelince, onlarla şeref kazanacaklarını mı umuyorlar? Unutmayın ki asıl şeref [yalnız] Allah’a aittir.”[16] Görülüyor ki; müminlerin hakikati inkâr edenler ile “ahlakî dayanışmaya” girmeleri ve onlar tarafından “onurlandırılma” veya eşit kabul edilme ümidi ile onların hayat tarzlarını kendi hayat tarzına tercih etmeleri kabul edilemez. Bu bir zulümdür ve böyle bir tavır izzet yerine zillet getirir. Bu nedenle olacak ki; âyetin son cümlesi “Şüphesiz ki Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez”. İfâdesiyle noktalanmaktadır.
NECMETTİN ŞAHİNLER
YAZARIN DİĞER YAZILARI İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1]İki şeyin aralarına yabancının giremeyeceği kadar birbirine olan yakınlığı.
[2] Saff/14 “Yâ eyyuhellezîne âmenû kûnû ensârallâhi kemâ kâle îsebnu meryeme…”
[3] Ankebut/41
[4] Âl-i İmrân/68; Şurâ/9
[5] Nisâ/45
[6] Mâide/51 “Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tettehızûl yehûde ven nasârâ evliyâe ba’duhum evliyâu ba’d(ba’din). Ve men yetevellehum minkum fe innehu minhum innallâhe lâ yehdîl kavmez zâlimîn(zâlimîne).”
[7] Mâide /82
[8] Müntehine/8
[9] Müntehine/9
[10] Âl-i İmrân/119 “Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tû’minûne bil kitâbi kullih(kullihi), ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).”
[11] Âl-i İmrân/118 “Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tettehızû bitâneten min dûnikum lâ ye’lûnekum habâlâ(habâlen), veddû mâ anittum, kad bedetil bagdâu min efvâhihim, ve mâ tuhfî sudûruhum ekber(ekberu), kad beyyennâ lekumul âyâti in kuntum ta’kılûn(ta’kılûne).”
[12] Yani, vahyi, ki o en büyük hayırdır. Burada işaret edilen, Yahudilerin ve Hristiyanların vahyin kendileri dışında herhangi bir topluma bahşedilebileceğini kabul etmekteki isteksizlikleridir.
[13] Bakara/105
[14] Bakara/109
[15] Mâide/57
[16] Nisâ/139