Türk şairi ve nesir yazarı Yahya Kemal (1884-1958) şöyle demiş: “Türk milleti dinini istediği gibi benimsemiş, İslamiyet’i kendi mizacına göre kabul etmiş ve çok eski putperestliği ile karıştırmış ve öyle sever, onun uğruna yalnız bu sebeple ölür.” Yahya Kemal bu sözü eleştirme amaçlı olarak söylemediyse anlamı şu: “Türkler hakla batılı bir bulamaç yapıp din edinmişler, bundan da çok memnunlar.”
Peki, hak-batıl karışımı dini benimseyen ve benimsetme çabaları olanlar yok mudur? Olmaz olur mu? Sözgelimi, “din dersi” yerine “din kültürü dersi” ifadesinin kullanılmasının amacı buydu. Yani niyet, “Dini değil, dinin kültürünü (hak ve batıl karışmış halini) öğretelim.” idi. Allah’tan bu yanlış çaba etkisini kaybetti. Kitabî dinin öğretilmesi eğilimi büyük oranda galip geldi. Elhamdülillah.
İslam’ın batıl unsurlarla karışmış hâlinin tarihi kökleri var mı? Bu sorunun yanıtını hurafe gördüklerini başka kültürlerle ilişkilendirmekte mahir Ramazan Yazçiçek’in, Millî Din Arayışı ve Türk Müslümanlığı adlı kitabında arayalım.
Anadolu’da kabul gören veli inancı, Ota Asya’da olanların tekrarından başka bir şey değil. Budizm’deki veli telakkisi ile tasavvuftaki arasında benzerlikler söz konusu. Sözgelimi, Budist azizler görünüşte olağanüstülükler sergileyebiliyor. Kuru ağaçtan meyve alabiliyor ve uçabiliyorlar. Bu olağanüstü güçler Budist rahipler tarafından propaganda unsuru olarak kullanılıyor. Bu propagandalardan etkilenen Uygur bakşıları[1] Budist menkıbeleri çalgıyla terennüm ediyorlar. Daha sonraları baba ve ata lakaplı şeyhler tarafından İslâmî dönemde bu menkıbeler İslâm’ı tebliğ aracı olarak kullanılıyor.
Hıdrellez’in, Müslümanlarca Hızır ve Hıristiyanlarca da Aziz Yorgi adına kutlanmasına rağmen, esas itibarıyla ne İslâm ne de Hıristiyanlıkla ilgisi var. Bu kutlamanın kökeni İlkçağ Anadolu Mezopotamya ve Orta Asya kültürlerine dayanıyor. O dönemde bazı tanrılar adına ayinler yapılıyor ve baharın veya yazın gelişi kutlanıyor.
Anadolu’da kabul gören birçok kült, Türkmenler arasında revaç bulan Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve gelişmesinde önemli bir role sahip Kalenderî dervişlerin kirli bakiyelerinden ibaret. Moğol istilasından kaçıp Şam’a sığınan Cemâleddîn-i Sâvî (ö. 630/1232-33) tarafından XIII. yüzyılda teşkilatlandırılan ve bu yüzyıldan sonra Sûriye ve Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya göç eden Kalenderîler “Esrar içen baltalı dervişler” olarak da anılıyor. Bu çevrenin Orhan Gazi (1324-1362) tarafından teftiş edilmesi ve Ehl-i Sünnet dışı inanç ve davranışlarını halk arasında yayanlarının beylik arazisi dışına çıkarılmaları dikkat çekici.
Türklerin İslam’ı kabulü Araplarla diyalogları sonucu değil de Horasan yoluyla Maveraünnehir’den veya Maniheizm, Budizm ve Şamanizm gibi dinlere az çok uyabilen Şii ve tasavvufi kanallardan girmek şeklinde gerçekleşiyor.
Türk halk Müslümanlığının öncüsü sayılan Kazakistanlı Ahmed-i Yesevî (ö. 562/1166); İslâm’ı, İran sufiliğinin süzgecinden geçirerek Orta Asya’daki Budist, Şamanist ve Maniheist mistik kültürün içinden gelen göçebe ve yarı göçebe Türk boylarının anlayabileceği ve hazmedebileceği popüler ve basitleştirilmiş bir hâle getiriyor.
Jön Türklerden İtihat ve Terakki teşekkülüne, oradan da Cumhuriyet elitlerine dek çoğu siyasetçinin Balkan kökenli ve dolayısıyla Bektaşi-Alevi oldukları söylenebilir. Zaten bu inanç damarı yalnızca belli bir etnik veya dini köken kültürünün değil, Orta Asya’dan Balkanlara kadar uzanan geniş bir coğrafyanın ürünü.
Şimdi gelelim, kendilerini “bu topraklarla” sınırlamayan ve kendisini ümmetçi olarak tanımlayan Müslümanların dışlanmasına. Anadolu’da yaşayan ve Türk Müslümanlığına esas alınan inançlar ve şahısların başka dinlerden bile etkilenerek oluşturdukları din, “güzel dinimiz” oluyor da misak-ı milli sınırlarının dışındaki Müslümanlardan etkilenen ve bundan gocunmayan (ve “İslâmcı” diye yaftalanan) kimselerin din anlayışları nasıl “türedi” muamelesi görüyor? Moğol işgali sırasında Moğol politikalarını benimseyenler büyük evliya olarak lanse edilirken nasıl oluyor da “Küresel işgale karşı tüm Müslümanlar elbirliğiyle direnmelidir!” söylemini gündemde tutan Müslümanlarla ilgili olarak “Allah bizi İslamcılardan korusun!” şeklinde dua edilebiliyor? Nasıl oluyor da İslâm dininin dışından gelen hurafelere, pagan unsurlara sırf bu topraklarda yuvalanma imkânı buldular diye “İslâm medeniyeti” adı altında bir yer açılabiliyor da “Hurafelerden arınalım.” söylemi sahipleri, “dışarıdan” konuşan ithal dindar muamelesi görüyor?
Şimdi adaleti elden bırakmaksızın düşünmenin tam sırası…
[1] Eski ve yeni Türk lehçelerinde “rahip, kâtip, hekim, şair” gibi anlamlara gelen bu terim, eski Uygur metinlerinden itibaren çeşitli Türk lehçelerinde bakşı (Uygur), bahşı (Çağatay), bahşı, bağşı (Türk), bakşı, baksa (Kırgız-Kazak) şeklinde diğer Altay dillerinde de bahşı (Moğol) ve bakşı (Mançu) olarak geçer bk. Orhan F. Köprülü, “Bahşi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Erişim 11 Eylül 2022).