İşte o büyük ve muhteşem imparatorluğun harcı bu şekilde kurulmuştur. Bu dönemde, izah ettiğimiz üzere Haçlı Orduları defalarca defalarca Osmanlı’nın üzerine taarruz etmişlerdir. Pek çoğunda sayıca Osmanlı Ordusu’ndan misli misli fazla kuvvetlerle taarruz ettikleri halde, maksadı İlâi Kelimetullah olan Osmanlı Ordusu’na her defasında mağlup olmuşlardır. Taarruzlarda başarılı olmayı bırakın, Osmanlı’nın fetihlerine ve büyümesine de mani olamamışlardır. Çünkü Şehzade Süleyman Şah’ın, “Bu fetihler, gerçekte Allah-ü Teâlâ’nın yardımı ve Cenab-ı Peygamberin mucizesinden başka bir şey değildir” dediği gibi, maksadı İlâ-i Kelimetullah’ı yaymak olan Osmanoğulları’na, Allaü Teâlâ bu cihadlarda yardım elini uzatmıştır.
Osmanlı böyle böyle genişlemiş, genişledikçe sistemini yerleştirmiş ve Üç Kıtada Hüküm Süren koskoca Bir Cihan İmparatorluğu’na ulaşmıştır. Kurmuş olduğu sistemde, her taşı yerli yerine koymuş ve yerli yerinde kullanmıştır. Sistemde, Sultan Sultanlığını, vüzera vüzeralığını, asker askerliğini, bürokrat bürokratlığını, ilmiye sınıfı ilmiyeliğini, ulema sınıfı ulemalığını, Valide Sultanlar Valide Sultanlığını, Hanım Sultanlar Hanım Sultanlığını, millet de milletliğini bilmişlerdir. Herkes kendi pozisyonunda, kendi vazifesini icra etmiştir.
İşte bu sistemde en etkin öğe, “Osmanoğulları” idi. Yani kurucusu Osman Bey’in torunları idi… Sistemin en kritik şifresi de Osman Bey’in kuruluş felsefesi olan: “Bil ki bizim mesleğimiz, Allah Yolu’dur ve maksadımız da O’nun dinini yaymaktır. Dâvâmız, kuru bir cihangirlik dâvâsı değil, İlâ-i Kelimetullah’ı yayma dâvâsıdır. Yâni Allah’ın dînini yüceltmektir. Cihadı terk etmeyerek rûhumu şâd et!”[1] vasiyeti idi.
İşte Osmanoğulları bu felsefeden hareketle, cihad üzere fetihlerle Söğüt’teki bir Uç Beyliği’nden, Üç Kıtada Hüküm Süren Bir Cihan İmparatorluğu’na dönüşmüşler ve fethettiği topraklarda Allah’ın adaleti ve merhametini uygulayarak, Cihan İmparatorluğu’nun sistemini perçinlemişlerdir.
Resulullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem Efendimiz buyurmuşlardır ki:
“Allah Teâlâ, bir kulu sevdiği vakit Cebrâîl’i çağırır; ona der ki: ‘Gerçekte ben filânı seviyorum, sen de onu sev.’ Bunun üzerine Cibril onu sever. Sonra Cibril gök ehline nidâ eder ve şöyle der: ‘Gerçekte Allah Teâlâ filânı sever, siz de onu sevin.’ Akâbinde gök ehli de onu severler. Sonra yere o sevilen kimse için hoşnutluk konur.”[2]
Banisi Osman Gazi’den Kanuni Sultan Süleyman’a kadar bütün Osmanoğulları, Allah’ın dînini yaymak üzere, bütün ömürlerini at üzerinde, ordusunun başında cihad üzere geçirdikleri için, Allah Teâlâ da onları sevmiş, Cibril’e sevdirmiş, gök ehline sevdirmiş, sonra da yere onlar için hoşnutluk koydurmuştur.
“El-Mâide sûresinin: “Ey îman edenler! Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya vesîle arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz” mealindeki 35’inci âyetle cihad emredilmiştir.
Kulu Allâh’a yaklaştıran vesilelerin en önemlilerinden birisi, âyette zikredilen cihaddır.”[3]
Osmanoğulları Allah’a yakmaşmaya vesileyi cihadda bulmuşlardır. Mütemadiyen cihadla Allah’a yaklaşmışlar ve Allah Teâlâ da onları Üç Kıtaya Hükmeden Bir Cihan İmparatorluğu ile mükâfatlandırmıştır.
İşte, Osmanoğulları’nın Söğüt’teki bir Uç Beyliği’nden, Üç Kıtada Hüküm Süren Bir Cihan İmparatorluğu’na yükselişinin bütün sırrı budur.
Demiştik ki, “Osmanlı İmparatorluğu’nu ne o, ne bu, ne de şu yıkmıştır, İmparatorluğu Osmanoğulları kendileri yıkmıştır.”
Peki, Osmanoğulları, buralara kadar getirdiği Cihan İmparatorluğunu kendi kendilerine nasıl yıkmışlar ve neden kendilerine bahşedilen o büyük mükâfattan mahrum kalmışlardı?
Şimdi de bunun izahını yapalım…
Daha önceki sayfalarımızda da belirtmiştik, Kanuni Sultan Süleyman dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nun en muhteşem dönemidir. Zirve dönemidir. Öyle ki Sultan Süleyman’ın namı Avrupa’da “Muhteşem Süleyman”a çıkmıştır. Muhteşem Süleyman bir emriyle Fransa’da dansı yasaklatmıştır. Artık bu dönemde, bütün dünyada gözler Muhteşem Süleyman’ın ağzından çıkacak kelimelere bakar olmuştur. Muhteşem Süleyman ya da Kanuni Sultan Süleyman, 1520’den 1566’daki ölümüne kadar, 46 yıl boyunca padişahlık yapmış ve bu sürede 13 kez bizzat sefere çıkmış, saltanatının toplam 10 yıl 1 ayını seferlerde geçirmiş bir hükümdardır.
Kanuni Sultan Süleyman’ın 46 yıllık “muhteşem” sıfatlı iktidar dönemine “Osmanlı’nın zirvesi” demiştik. “Zirve” bir taraftan bakıldığında “ulaşılan en yüksek yer”dir. Ama diğer taraftan bakıldığında ise “dönüşün başladığı yer”dir. İşte Osmanlı’nın Üç Kıtada Hüküm Süren Cihan İmparatorluğu’ndan 1918’lere kadar süren yıkılış serüveni, bu bir taraftan bakıldığında “zirve” olarak görülen, diğer taraftan bakıldığında “dönüşün başladığı yer” olarak kabul edilen noktadan başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı 350 yıllık bir sürecin sonunda gerçekleşmiştir. Yani Osmanlı’nın yıkılma süreci, Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle 1909’la 1918 yılları arasında gerçekleşen bir süreçle olmamıştır. Koskoca bir Osmanlı İmparatorluğu’nu 9 senede, yok Siyonistlerle, yok İngilizlerle, yok İttihat Terakkicilerle yıkanlar, o imparatorluğu hiç bilmeyenlerin cahilliğinden öte bir şey değildir. Osmanlı İmparatorluğu’ndan bahsediyoruz. Koskoca bir imparatorluğu ve o muazzam sistemi 9 senede yıkanlar, sadece tarih cahili değil, aynı zamanda gerçeklerin katilleridirler. Osmanlı öyle büyük bir devletti ve öyle güçlü bir sistemi vardı ki, ancak ve ancak 350 senede yıkılabilmiştir.
Bu yıkılışta en kritik nokta, işte o “zirveden dönüş” noktasıydı.
Peki, o zirveden dönüş, nasıl başlamıştı?
O zirveden dönüşü, Kanuni’nin oğlu II. Selim’le başlatırlar ama o dönüş, aslında Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki bazı uygulamalarla başlamıştır.
Bu uygulamalardan başlıcası, Sultan Süleyman’ın, Hürrem Sultan’a olan zaafı nedeniyle, Hürrem’in sarayda kendisine bir etki alanı oluşturmasına göz yummasıdır. Bu, Osmanlı’da o güne kadar sarayda Hanım Sultanlara tanınan ilk ve en büyük ayrıcalıktır. Osmanlı’da saltanata kadın elinin değmesini başlatan ilk Hanım Sultan, Hürrem Sultan olmuştur. Hürrem Sultan’a gelesiye kadar, hiçbir padişah hanımının ya da annesinin saltanada elinin değdiği görülmemiştir. Hanım Sultanların, Valide Sultanların ortalıklarda dolandığı görülmemiştir. Onların konumları da, vazifeleri de bellidir. Hiçbiri sistem gereği konumlarından dışarıya taşacak hamlelerde bulunmaz, sadece kendi vazifeleriyle uğraşırlardı. Mesela Sultan II. Bayezid’in validesi Gülbahar Hatun, uzun bir müddet göremediği oğluna en sonunda şöyle bir mektup yazmak zorunda kalmıştı:
“Sultanım Hazretlerine selâm ve dua eder iki şah gözlerinden öperim. Saadetlim, sizi özledim. Gelin de sizi göreyim. Sevgili efendim. Yakında sefere çıkacaksınız, hiç değilse bir iki kez gelin ki gitmeden saadetli yüzünüzü görebileyim. Sizi son kez göreli kırk gün oldu. Sultanım, lütfen cüretimi bağışlayın. Sizden başka kimim var?”[4]
Düşünebiliyor musunuz; Padişah validesi olduğu halde Gülbahar Hatun oğlunu kırk gün göremiyor. Bir Padişah validesi de olsa, neticede bir “anne”dir ve oğlunu da çok özlüyor. Çok özlediği oğlunun yüzünü görebilmek için de kendisine mektup yazmak zorunda kalıyor. Ve mektubunda da şu ifadeyi kullanıyor: “Sultanım, lütfen cüretimi bağışlayın!”
Bu mektup ve içindeki ifadeler, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki sistemin işleyini gösteriyor. Daha önce ne demiştik: Sistemde Padişahların yeri belli; Vüzeranın yeri belli; Ulemanın yeri belli; Bürokratın yeri belli; Ordunun yeri belli; Valide Sultanların ve Hanım Sultanların yerleri belli… Bu mektup, o döneme dair bunun çok güzel bir örneğidir.
Ancak Hürrem Sultan, bu sistemi oluşturan taşlardan birkaçını yerinden oynatan isimdir. Mesela Padişaha ilk resmi nikâh kıydıran Hanım Sultan olmuştur. Kendi oğullarından birini Hükümdar yapmak için sarayda bir takım vezirlerle iş birliğine soyunmuştur. Bunun sonucunda iş, Kanuni Sultan Süleyman’a Veliaht Şehzade Mustafa’yı boğdurtma emrine kadar gitmiştir. Neticede sancaklarda padişah olmak üzere yetiştirilen Şehzade Mustafa’nın yerine, tahta, hünkârlık için yetersiz Hürrem Sultan’ın oğlu II. Selim çıkmıştır.
İşte Osmanoğulları’nın bütün olayı burada başlamıştır.
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
(DEVAM EDECEK)
SADEDDİN ÖZGÜR
[1] TUNA, Ahmet, a.g.e., s. 24–25
[2] İsmail ÇETİN, “İstiaze, Tesbih, Tehlil, Zikir ve Dua’dan AHLÂKİ REÇETELER”, Dilârâ Yayınları, Mart 1993, s.157
[3] İsmail ÇETİN, “Ehli Sünnetin Nazarı İ’tikâdın Ölçüsüdür” Dilârâ Yayınları, Isparta 1992, s. 480
[4] PAZAN, İbrahim, a.g.e., s.54
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…
Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…