Tunç Akman
Geçtiğimiz hafta bir yıllık tam kapanmadan sonra zorunlu bir iş seyahatindeydim ve mecbur kalarak olmayacak ortamlara girip virüsümüz ile oynanmaması gereken kumarlar oynamak zorunda kaldım ki, zamansızlığın yanısıra yazı yazmaya yüzüm tutmadı. Şimdi karantinamda kumarımın sonuçlarını beklerken, bir kez daha pekişen bazı gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.
Maske çok zor
Öncelikle bütün gün maske takmak zorunda kalan insanlara gerçekten üzülüyorum ve bütün gün arıcılar gibi dolanmak zorunda kalan sağlık görevlilerine tekrar teşekkür ediyorum. Sürekli ve düzenli maske taşımak çekilir iş değilmiş. Maskeniz çok kaliteli değilse, korumaması ötesinde yapımında kullanılan petrol türevlerinden zehir soluma ihtimaliniz ve başka rahatsızlıklara maruz kalma şansınız var. Maske kaliteli ve yanlardan hava sızdırmıyorsa nefes almanız çok zorlaşıyor ve normal şartlarda hissetmediğiniz kendi ağız kokunuzdan başlayarak, çeşitli dermatolojik sorunlara kadar sıkıntı veren durumlar oluşabiliyor.
Maskede oksijen azalmıyor
Ancak doğru maske nefes darlığı yapmıyor; yani sık sık dillendirilen “aldığınız oksijen azalıyor” gibi saçmalıklara inanmayın ve kendinize daha uygun bir maske bulun. Ana problem genelde kullandığımız cerrahi maskelerin özellikle terleme ya da solunum yollarından çıkan su buharı birikimi veya bir nedenle öksürme tıksırma kalıntıları ile çok hızlı bir şekilde etkinliklerini kaybetmeleri ve sızdırmaya başlamaları. Bu nedenle sıvı/buhar teması olan, cepte taşınan, defalarca çeneye inmiş kalkmış maskelerin sıklıkla yenilenmesi gerekiyor. Genelde yüz hattı ince kadınlarda gözlemlediğim yüze çok büyük olduğu için yanak bölümü tümüyle açık olan maskeler de çok kullanılmış, cepte taşınan maskeler gibi işlevsiz. İnsanlarımızın çoğu maskeyi göstermelik takıyor ve ilk fırsatta burun ya da çene altına indiriyor.
O kadar da hızlı yayılmıyor
Ben boğazımdan bir şey geçme anları harici, açık havada cerrahi, kapalı ortamlarda N95 maske ile bulunmama ve maskenin en önemli defans hattı olduğunu bilmeme rağmen bir “acaba?” şüphesi taşırken, koruma imkân ve ihtimali kalmamış maskelerle her sabah-akşam tıklım tıklım dolu toplu taşıma araçlarında seyahat eden insanları düşününce “demek ki o kadar da kolay bulaşmıyor” diye düşünmeden de edemiyorum. Bakınız bugün İstanbul’da kaba bir hesapla ortada dolanan her 13-14 kişiden biri virüs taşıyor. Bir kısmı hastanede ve evde karantinada olsa da bakanlığa göre korkunç uçurumlu hasta/vaka ayrımı üzerinden bakıldığında ortaya çıkan rakam bu. Türkiye’nin diğer bölgelerinde de çok farklı değil durum. Yani büyükçe bir markette, ortalama müşteri, ortalama alışveriş süreleri ve ortalama sepetler hesaplandığında, aynı gün içerisinde elinize aldığınız herhangi bir ürüne sizden önce virüs taşıyan birinin temas etmiş olma ihtimali neredeyse %100!
Garip bulaşma durumu
Siz gezerken virüslü birine yaklaşma olasılığınız da içeride ne kadar uzun kalırsanız o kadar artıyor. Tahminen herhangi bir markette yarım saat kaldığınızda 2-3 kez virüs taşıyıcıları ile yakın temasınız olacaktır. Mesafeler konusunda ne yazık ki bilinçsizlik maskeden daha da yüksek. Herkes birbirinin burnunun dibinde, herkes marketlerde, pazarlarda her şeyi elliyor, kurcalıyor. Uzman olduk ya, hepimiz virüsün nasıl bulaşmadığını biliyoruz artık! Tamam başta korkudan ve bilinçsizlikten çok büyük hatalar yapıldı ve virüsün belki %1 ihtimalle bile bulaşamayacağı temaslara çok ağırlık verilip dezenfektan manyağı yapıldık ama bu virüs markette, sokakta, iş yerinde ya da evde bulaşmıyorsa nasıl bulaşıyor bir düşünmek lâzım.
65 yaş üzerine aşılara rağmen yarı açık cezaevi devam ettiriliyor. Sokağa çıkamayan, kendilerini herkesten iyi korumaya çalışan bu insanlar, hem de güya %100 korumalı bir aşı sonrası nasıl sapır sapır hastalanmaya devam ediyorlar? Virüsü gurur, yalanları kalkan yaptık. Çoğunluk, önce kendilerine, sonra da yakın temaslı olan yakınlarına açıkça yalan söylüyor ve virüsü coşturuyor. Yalanı işten atılma korkusuyla söyleyen var, dolaşımının engellenmesini istemediği için söyleyen var, etik olmayan etkileşimlerde olduğu için söyleyen var, sadece üyesi olduğu siyasi parti ya da cemaatin görüşleri uyarınca söyleyen var. Ama gerçek olan şu ki, ortada büyük bir yalan rüzgârı var.
Turkuaz hayaller
En büyük yalan kaynağı ise her akşam gözümüze sokulan turkuaz tablo ve bunca tutarsız, ipi kopmuş veriyi fütursuzca savunmak adına uydurulan gündem manevraları ile gerçekleri sulandırmaya yönelik algı yönetimi. Yalanın boyu o kadar büyük ki, inanma/inanmama kavramlarının ötesine geçiyor. Zaten halkta bir çaresizlik var, inanmaya başlamak için tutunacak bir şeye ihtiyaç var ve tek çıpamız turkuaz tablo. Tablonun tüm amacı da o zaten.
Yoksa bakınız bakanlık kaç kişiye aşı yapıldığını “anlık” veriyle nasıl paylaşıyor: covid19asi (nokta) saglik (nokta) gov (nokta) tr adresinde dakika itibarı ile aşı tablosu güncelleniyor. Bu tablo rahatlıkla ve sorunsuz bir şekilde paylaşılırken, aynı veri tabanını kullanan turkuaz tablo, üzerinde bazen çok uzun saatler süren veri ve toplum mühendisliği sonrası oluşturulduktan ve üst merci onayları sonrası paylaşılabiliyor. Salgının başından beri (salgının Türkiye’de başlangıcı 10-11 Mart 2020 değil, Aralık 2019. Bu bile açıklanmıyor.) gerçek ve canlı tablo paylaşılmamasının bedelini ise bugün yüz binlerce masum vatandaşımızın hayatı, belki de milyonlarca vatandaşımızın kısalacak ya da kalitesi kötüleşecek hayatı ile ödemeye devam ediyoruz ve edeceğiz.
Diyanet hutbesi
Her kötülüğün başı yalan diyerek, “tekrarlayan yalanlar silsilesi” olarak tanımlayabileceğimiz mitomani üzerine uzun uzun yazabilirim, ama mübarek ayda bu konuda sözü diyanet sitesine bırakmak yeterli. “Özü Sözü Doğru Olmak” konulu cuma hutbesi çok güzel notlar içeriyor:
“Doğruluk iyiliktir; yalan kötülüktür. Doğruluk rahmettir; yalan felakettir. Hak, doğrulukla yerini bulur; yalanla zayi olur. Doğrulukla kazanılan mal ve mülk bereketlenir. Yalanla elde edilen hiçbir şeyde hayır yoktur. Onur ve haysiyet, doğrulukla kalıcı hale gelir. Allah’ın rızasına doğrulukla varılır. Yalanla varılacak yer ise ancak cehennem azabıdır. Allah katında sözün değeri, hakkı ve hakikati ne derece yansıttığı ile ölçülür. Çünkü söz, kalbin ve gönlün tercümanı, özün ve ruhun aynasıdır. Bir toplumda fitne ateşinin yakılmasına, fesadın yayılmasına, dostlukların sona ermesine, masumların zarar görmesine ve hakların zayi olmasına çoğu zaman yalan bir söz sebep olur.”
“Toplumu aldatan, hilesini süslü sözlerle örtmeye çalışan ve bu uğurda yalan yere yemin etmekten kaçınmayan ise her iki cihanda iflas etmeye mahkûmdur. Dini, ırkı, mezhep ve meşrebi ne olursa olsun kimsenin izzet ve şerefine dil uzatmayalım. Hak ve hakikatin peşinden gidelim. Doğruluğu, saygı ve nezaketi kendimize şiar edinelim. Kıyamet günü her bir sözün hesabının sorulacağını unutmayalım. Gönlümüzü karartan, kalplerimizi kirleten, çoğu zaman da hayatımızı alt üst eden yalandan sakınalım. Özümüz ve sözümüz doğru olsun.”