Geçen yazımda izzetli Ümmet-i Muhammed olarak paramparça parçalanmış olmamız felâketine değinmiştim.
Kısa bir girizgâhtan sonra bu korkunç durumdan bir an önce kurtulmak için neler yapmamız gerektiğini, yine mubârek Kur’ân’dan yola çıkarak arz etmeye çalışacağım.
* * *
ALLAH’ımız, celle şânuhu, Mekke Döneminin 6. yılında gelen mubârek el-Beyyine sûresinin 4. ve 5. âyet-i kerîmelerinde kendilerine ALLAH’ın bir araya getirilmiş hükümleri verilmiş olanları [الَّذٖينَ اُوتُوا الْكِتَابَ] bize örnek gösterir.
Onlara: “Âlemlerin Rabbi olan ALLAH’ın yegâne Hakk Dîn olarak uygun görüp onayladığı ve Âlemlerin Rabbi olan ALLAH’a şekksiz-şüphesiz, kayıtsız-şartsız teslîmîyet anlamına gelen ve Ezelî ve Ebedî olan Mutlak ve Nihâî Hakîkat’ten kaynaklanıp beslenen Yüce Ahlakî Değerler Sistemi’ne dayanan varoluş şekli, hayat tarzı, dünya görüşü olan İslâm’ı, ona bulaşmaya kalkan her türlü bâtıl, yâni özü Hakk ve Hakîkat’e dayanmadığı için geçersiz ve uydurma olan katışıktan arındırarak ALLAH’a, Hakk ve Hakîkat’ten sapmışlıktan ayrılıp Hakk ve Hakîkat Yolu’nu benimsemiş olarak kulluk etmeleri; ALLAH’ın kulu olma bilincini korumanın ve geliştirmenin ALLAH tarafından belirlenmiş tek yöntemi ve Hakk Dîn’in direği olan namazı, ona azamî titizlik ve azimle devam etmek sûretiyle diri tutmaları ve andolsun ki, kendilerini mânen arındırmak amacıyla bir fedâkârlıkta bulunarak ALLAH’ın kendisine bahşettiği bereketten ihtiyaç sahiplerine verilmek üzere ayırdıkları belli bir payı kolayca, yâni hiç bir şekilde isteksizlik göstermeden ve ondan kısmaya çalışmadan vermeleri” emredilmiş ve şöyle bir tanımlama getirilmiştir: “Andolsun ki, hep ayakta durup hep ayakta tutacak olan ebediyyen doğru dîn, yâni kesin ve açık hükümlere sahip, her zaman, her yerde ve herkes için geçerli olan, Ezelî ve Ebedî olan Mutlak ve Nihâî Hakîkat’ten kaynaklanıp beslenen Yüce Ahlakî Değerler Sistemi’ne dayanan varoluş şekli, hayat tarzı, dünya görüşü işte budur!”
Ancak, kendilerine ALLAH’ın, celle şânuhu, bir araya getirilmiş hükümleri verilmiş olanlar Hakk ve Hakîkat’in, onu apaçık açıklayıp apaçık anlaşılır hale getiren apaçık delili onlara hedefine-amacına ulaşarak onlara geldikten sonra başkalarından ayrılarak kendi başına varlığını sürdüren topluluklara ayrılmışlardır!
ALLAH’ımızın, celle şânuhu, Mekke Döneminin 8. yılında gelen mubârek el-Câsiye sûresinin 16. ve 17. âyet-i kerîmelerinde verdiği ikinci örnek ise Benî İsrâil Muslimanlarıdır! Onlara da ALLAH’ın, celle şânuhu, bir araya getirilmiş hükümleri ve ıslâh etmek, düzeltmek maksadıyla kötü, zararlı ve tehlikeli olan her şeyden menetme güç ve yetkisi ve İlâhî Mesajları içeren, dolayısıyla da bilinmesi mutlaka gereken, çok önemli, kaynağı itibâriyle kesinlikle doğru olan haberleri verip bildirme görevi verilmiş ve iyi, güzel ve temiz şeylerden bahşedilişi sürekli olan geçim kaynağı bahşedilmiştir. Böylece Benî İsrâil Muslimanlarını insanlar karşısında üstün değerlerle donatmıştır [وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى الْعَالَمٖينَ].
(DİKKAT! Benî İsrâil Muslimanlarının bu ifâdeyi kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtarak yorumlamalarıdır onların Yahûdîleşmelerine, yâni kendilerine bildirilmiş olan bu Hakk ve Hakîkat’i İlâhi Rehberliğin yalnızca kendilerine verilmiş bir ayrıcalık olarak yorumlayarak, kendilerini diğer insanlardan üstün görmeye dayanan bir inanç sistemine dönüştürmelerine yol açan! Bu çarpıtmayı bugün bile ısrarla sürdürmekte ve hiç utanmadan sıkılmadan mubârek el-Câsiye sûresinin 16. âyet-i kerîmesini bu sapkın iddialarının delîli olarak göstermektedirler!)
ALLAH’ımız, celle şânuhu, Benî İsrâil Muslimanlarına kural ve yasa koyma konusundaki İlâhî Yetkisinin, Hakk ve Hakîkat’in, onu apaçık açıklayıp apaçık anlaşılır hale getiren apaçık delillerini de vermiştir. Ama onlar, Hakk ve Hakîkat bilgisinin hedefine-amacına ulaşarak gelmesinden sonra, bu konularda farklı görüşler taşıdıkları için, kendinlerini üstün görmekten kaynaklanan aşırı bir taşkınlık sergileyerek aralarında tartışmaya, çekişmeye başlamışlardır! ALLAH’ımız, celle şânuhu, beşerî ölümden sonra yeniden diriltilerek dimdik ayağa kaldırılışın gerçekleşeceği ve her şeyin bitip yeniden başlayacağı o büyük eşik olan Kıyâmet Günü’nde onların farklı görüşler taşıdıkları için aralarında tartışıp, çekişegeldikleri her şey hakkında geri dönüşü asla mümkün olmayan kesin nihâî hükmü vereceğini mubârek el-Câsiye sûresinin 17. âyet-i kerîmesinde bildirmektedir!
Mekke Döneminin 13. yılında gelen mubârek eş-Şûrâ sûresinin 13. ve 14. âyet-i kerîmelerinde ise büyük İslâm peygamberleri Hz. Nûh’a (AS), Hz. İbrâhîm’e (AS), Hz. Mûsâ’ya (AS), Hz. ’Îsâ’ya (AS) ve büyük İslâm peygamberi Son Nebî’ Hz. Muhammed’e (ASVS) dolayısıyla da onun (ASVS) ümmetini meydana getiren bütün Mü’min/Mü’mine Muslimanlara mutlaka yerine getirilmesi gereken bir emir olarak bildirdiği şeri’ât, yâni, ALLAH’ımızın, celle şânuhu, tarafından belirlenmiş ve konmuş, dolayısıyla da insan aklıyla çelişmesi söz konusu olmayan temel yasa, kural ve ölçü şudur: “Âlemlerin Rabbi olan ALLAH’ın yegâne Hakk Dîn olarak uygun görüp onayladığı ve Âlemlerin Rabbi olan ALLAH’a şekksiz-şüphesiz, kayıtsız-şartsız teslîmîyet anlamına gelen ve Ezelî ve Ebedî olan Mutlak ve Nihâî Hakîkat’ten kaynaklanıp beslenen Yüce Ahlakî Değerler Sistemi’ne dayanan varoluş şekli, hayat tarzı, dünya görüşü olan İslâm’ı her zaman dimdik-dipdiri tutun ve andolsun ki, Hakk Dîn’in içinde fırkalar, yâni görüş farklılıkları yüzünden başkalarından ayrılıp kendi başına varlığını sürdüren topluluklar hâline asla gelmeyin!” [لَا تَتَفَرَّقُوا فٖيهِ].
ALLAH’ımız, celle şânuhu, bu bağlamda şu çarpıcı uyarıyı da ilâve eder: “Onları dâvet ettiğin Hakk Dîn, müşriklere, yâni ALLAH’ın dışında ve/veya ALLAH’ın yanısıra ilâh olarak benimsedikleri ya da ilâhlaştırırcasına yüceltip kutsadıkları birtakım kişilere, güçlere ya da kurumlara kulluk edenlerin kibirlerine ağır gelir!”
Ne var ki: “Büyük İslâm peygamberleri Hz. Nûh’un (AS), Hz. İbrâhîm’in (AS), Hz. Mûsâ’nın (AS), Hz. ’Îsâ’nın (AS) ümmetleri de dâhil olmak üzere kendilerine ALLAH’ın bir araya getirilmiş hükümleri verilmiş olanlar, Hakk ve Hakîkat bilgisinin kendilerine hedefine-amacına ulaşarak gelmesinden sonra, aralarında kendini üstün görmekten kaynaklanan aşırı bir taşkınlık sergileyerek, fırkalar, yâni görüş farklılıkları yüzünden başkalarından ayrılıp kendi başına varlığını sürdüren topluluklar hâline geldiler.”
Aynı durum elbette ki, izzetli Ümmet-i Muhammed için de söz konusu olmuştur! Tarih buna şahittir! Bunun tek sebebi ise, hiç kuşku ve de tartışma götürmez ki, mubârek eş-Şûrâ sûresinin 13. ve 14. âyet-i kerîmelerinde dile getirilen Hakîkatlerin asla ciddîye alınmamış, bir başka deyişle “okunmamış” olmasıdır!
Medine Döneminin 3. yılında gelen mubârek Âlu İmrân sûresinin 103. âyet-i kerîmesinde ise ALLAH’ımız, celle şânuhu, izzetli Ümmet-i Muhammed’in parçalanmaması konusunu bütün boyutlarıyla bir kere daha vurgular:
Mubârek eş-Şûrâ sûresinin 13. âyet-i kerîmesindeki vurgu mubârek Âlu İmrân sûresinin 105. âyet-i kerîmesinde tekrarlanır:
Mubârek eş-Şûrâ sûresinin 14. âyet-i kerîmesindeki vurgu da mubârek Âlu İmrân sûresinin 19. âyet-i kerîmesinde tekrarlanır:
* * *
Mü’min/Mü’mine Muslimanlar olarak, ümmetimizin bölünüp parçalanmasını engelleyebilmek için yapmamız gerekenler şunlardır:
Ha gayret Ümmet-i Muhammed!
Kolay gele!