İnsan, kainatın eşref-i mahlukatı olmakla birlikte, aynı zamanda arzu ve iradesini, vahye muhalif, nefis ve şeytana muvafık kullanarak erzel-i mahlukatı da olabilmektedir. Nitekim Yüce Allah: “Biz, gerçekten
insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik” buyurmuştur (Tin Suresi; Ayet 4, 5).
Yüce Allah tarafından insana bahşedilen bu güzel suret, biçim ve yapı, onun bu sayede yeryüzü varlıkları içinde gerek bedensel, gerek ruhsal ve zihinsel yetenek ve üstünlükleri bakımından en mükemmelini ve en seçkinini ifade eder. Öte yandan yaratılış amacına uygun hareket etmeyip, insani ve ahlaki değerleri hiçe sayan ve en güzel biçimde yaratılmış olmanın şükrünü yerine getirmeyen, vahye sırtını dönen, îman etmeyen, isyan eden, yeryüzünde azgınlık ve fesat çıkaran olması olasılığı bakımından da esfel-i safiline indirileceği/cehenneme girdirileceğini gösterir.
İslam medeniyetinin insana bakış tasavvuru yukarıda mezkur, muhtasar bir ifadeyle bu olmakla birlikte,
Peygamber-i Al-i Şan Efendimiz (sav)’in, “Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama O, sizin kalplerinize ve amellerinize/işlerinize bakar” (Müslim, Birr, 33) hadis-i şerifini de asla unutmamak ve bakışımızı bu bağlamda tashih etmemiz gerekmektedir. Bunun içindir ki İslam, insanın malını/makamını, güç-kuvvet ve şöhretini değil, kalbini/yüreğini ve fiiliyatını merkeze almaktadır.
Peygamber Efendimiz (sav), toplumun tüm fertlerine bu zaviyeden bakmış ve onlarla bu prensipler doğrultusunda ilişkiler kurmuştur. Efendimiz (sav)’in engelli bazı sahabe-i kiramla olan ilişkilerinden birkaçını zikredecek olursak, şöyle ki; görme engelli bir sahabe olan Itban b. Malik, Allah Rasulü (sav)’ne gelerek: “Ey Allah’ın Rasulü! Benim gözlerim iyi görmüyor. Evimle kabilem arasındaki ırmak, yağmur yağdığında taşıyor ve geçmem zor oluyor. Evime gelir bir yerinde namaz kılarsan orayı mescit edineceğim der. Bunun üzerine Allah Rasulü (sav), onun evine gidip orada namaz kılacağına söz verir ve ertesi sabah, güneş doğup yükseldikten sonra beraberinde Hz. Ebu Bekir (ra) ile Itban’ın evine gider. Eve girdiğinde, evinin neresinde namaz kılmamı istersin? Buyurur. O da Allah Rasulü (sav)’nün namaz kılmasını istediği yeri gösterir. Rasulüllah (sav) namaza durur, arkasındakiler de ona uyarak namaz kılarlar.” (Buhari, Teheccüd, 36)
Al-i Şan Efendimiz (sav) Abdullah b. Ümmü Mektum (r.a)’la yaşadığı şu hadise ve sonrasında onun hakkındaki tasarrufları, konu açısından çok dikkate şayandır. Allah Rasulü (sav) bir gün Mekke’nin ileri gelen müşrikleriyle konuşuyordu. İslam hakkındaki sohbet iyice koyulaşmıştı. Tam o esnada görme engelli sahabelerden biri olan Abdullah b. Ümmü Mektum, “Bana doğru yolu göster, ey Allah’ın Rasûlü!” diyerek çıkageldi. Onun zamansız gelişi ve söze dalışına canı sıkılan Hz. Peygamberimiz (sav), yüzünü çevirip konuştuğu şahsa döndü ve “Söylediklerimde herhangi bir sorun görüyor musun?” diye sordu. Adam, “Hayır” diye cevap verdi. İşte tam da bu esnada, Yüce Allah’ın şu ayetlerine muhatap oldu: “Amâ’nın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve çevirdi! Sen nereden biliyorsun, belki o temizlenecek yahut öğüt alacak da bu öğüt ona fayda verecek! Kendini muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun! (İstemiyorsa) onun arınmamasından sana ne! Fakat koşarak ve (Allah’tan) korkarak sana gelenle ilgilenmiyorsun! Hayır, böyle yapma, şüphesiz bu ayetler bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır.” (Abese Suresi, Ayet 1-12)
Hz. Peygamber Efendimiz (sav) bu ilahî mesaja kulak vermiş, ondan payına düşeni fazlasıyla almış ve Ümmü Mektum’a sahabe içerisinde yüksek payeler vermiştir. Öncelikle onu Mus’ab b. Umeyr ile birlikte Medine’deki Müslümanlara Kur’ân öğretmekle görevlendirmiş, (Buhari, Tefsir, A’lâ, 1) ardından onu, Bilal-i Habeşi ile birlikte Mescid-i Nebevi’nin müezzinliğine tayin etmiştir. (Buhari, Ezan, 11) Bu vazifelerin yanında savaşlara giderken onu Medine’de yerine tam 13 kez vekil bırakmış; Ümmü Mektum, geride kalanlara namaz kıldırmıştır. Hz. Peygamberimiz (sav)’den sonra, onun Halifeleri de bu muhterem sahabeye çok önemli görevler vermişlerdir. Hatta o Kadisiye Savaşında İslam ordusunun sancaktarlığını yaparken şehit olmuştur. (İbnü’l-Esir, IV, 264.)
Allah Rasulü (sav)’nün önemli görevler verdiği engelli sahabelerden birisi de Muaz b. Cebel (r.a)’dir. O, ayağı aksayan Muaz b. Cebel (r.a)’i Yemen’e Vali olarak göndermiştir. (Buhari, Cihad, 164.) Hz. Peygamberimiz (sav) zamanında, engelli olmalarına rağmen kendi istekleriyle savaşa iştirak eden sahabeler de dikkat çekmektedir. Bunlardan en önemlisi ayağından engelli olan Amr b. Cemuh (r.a)’dur. O, bir gün Hz. Peygamberimiz (sav)’e gelerek, “Ey Allah’ın Rasulü! Eğer ben şehit oluncaya kadar Allah yolunda savaşırsam cennette bu topal ayağım düzelmiş bir şekilde yürüyebilecek miyim?” diye sorar. Hz. Peygamberimiz (sav), “Evet” der. Amr, Uhud Savaşı’nda şehit olur. Savaş meydanında Amr’ın cenazesiyle karşılaşan Hz. Peygamberimiz (sav), “Ben sanki seni cennette bu ayağın iyileşmiş bir vaziyette yürürken görüyor gibiyim” buyurmuştur. (İbn Hanbel, V, 300) Zikri geçen bu sahabelerin yanında, Hz. Peygamberimiz (sav)’e arkadaşlık etmiş ve yaşamlarının belli dönemlerinde engelli olmuş, önde gelen bazı sahabeler de şunlardır: Sa’d b. Ebi Vakkas (ra), Cabir b. Abdullah (ra), Bera b. Âzib (ra), Ka’b b. Malik (ra), Abdullah b. Ebu Evfa (ra), Abbas b. Abdülmuttalib (ra). (İbn Kuteybe, Mearif, 587-588.)
Engellilerle ilişkilerinde örneklerde de görüldüğü üzere, bedene değil kalbe/
imana, surete değil sirete, akla ve liyakate bakmak prensibini inşa etmek ve güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilen Peygamber-i Al-i Şan Efendimiz (sav), hiçbir engelliyi “kör, sağır, dilsiz, topal” gibi vasıflarla nitelendirmemiştir. Eşi Safiye’yi, boyunun kısalığıyla niteleyen Hz. Aişe (ra)’yi “Öyle bir söz söyledin ki denize karışsa onu bozardı” (Tirmizi, Kıyame, 51) buyurarak ikaz etmiş, hatta âmâ bir sahabeyi ziyaret etmek istediğinde “Beni, şu iyi gören adama (basîr/gönül gözüyle görene) götürün” buyurmuştur. (Beyhaki, Sünen, 10, 199) O, engellilere yapılacak her türlü yardımın ibadet olduğunu özellikle vurgulamış, bir gün varlıklı Müslümanların namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerin yanı sıra sadaka vererek de sevaba erdiklerini söyleyen ancak, kendilerinin buna imkân bulamadıklarından yakınan Ebû Zer (r.a)’e sadakanın birçok çeşidinin bulunduğunu belirterek şöyle buyurmuştur: “Âmâya veya yol sorana yol göstermen, sadakadır. Güçsüz birine yardım etmen, sadakadır. Konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade edivermen sadakadır.” (İbn Hanbel, 5, 152, 169)
Engellilere yardım etmeyi ibadet telakki eden Allah Rasulü (sav)’nün herhangi bir âmâyı yoldan saptıranları, onu kasten yanlış yola yönlendirenleri lanetliler içerisinde sayması ise son derece manidardır. (İbn Hanbel, I, 317) Bu gibi söylem ve eylemleriyle engellilerin toplum nezdindeki yerine ve toplumun onlara karşı görevlerine işaret eden Allah Rasulü (sav) engellilerin nasıl bir sabır ve şükür imtihanından geçtiklerini şu örnekle ortaya koymuştur: “Yüce Allah, İsrailoğullarından, biri alacalı, biri âmâ ve biri kel üç kişiyi imtihan etmek ister. Bir melek göndererek onları iyileştirir. Sonra da deve, sığır ve koyun gibi hayvanlardan en çok istediklerini vererek onları zengin eder. Yıllar sonra melek, gariban bir kişi suretine girerek sırayla her birinin ziyaretine gider ve Allah’ın kendilerine verdiği bu mallardan Allah rızası için ister. Alacalı ile kel, bu malları miras yoluyla elde ettiklerini söyleyerek ona bir şey vermezler. Ceza olarak her ikisi de eski hâllerine döner. Âmâ ise ‘Ben bir âmâ idim. Allah bana görme duyumu geri verdi. Fakirdim, beni zengin etti. İstediğini al! Vallahi Allah için aldığın hiçbir şeye engel olmayacağım’ der. Bunun üzerine melek, ‘Malın sende kalsın! Siz sadece
imtihan edildiniz ve Allah senden razı oldu, diğer iki kardeşine ise öfkelendi’ şeklinde cevap verir.” (Müslim, Zühd ve Rekaik, 10)
Enes Bin Malik (ra) diyor ki: “Ben Hz. Peygamber (sav)’in şöyle buyurduğunu işittim: “Yüce Allah, iki sevgilisi olan gözlerini almak sureti ile kulumu sınadığımda sabrederse, bu ikisi yerine ona cenneti veririm”. (Buhari, Merda, 7); “Bir Müslüman’ın başına gelen hastalık, dert ve hüznü, Allah o kişi için günahlarına kefaret sayar” (İbn Hanbel, Müsned, III, 24) sözleriyle de sabreden engelli-engelsiz herkese günahlardan arınma ve cenneti vadetmektedir.
Yine Enes bin Mâlik (ra) anlatıyor; çöl halkından Zâhir adında bir şahıs vardı. Bu zat Allah Resulü’ne her gelişinde çölde yetişen mahsullerden hediyeler takdim ederdi. Döneceği zaman da Peygamber Efendimiz (sav), ihtiyacı olan şeylerle onun heybesini doldurur ve şöyle buyururdu: “Zâhir, bizim çölümüz biz de onun şehriyiz.”
Efendimiz (sav) onu çok severdi. Görünüm itibariyle fazla güzel biri değildi, yüzünde farklı bir yara/iz/lekeler vardı. Zâhir, bir gün elindekileri satmakla meşgul iken, Efendimiz (sav) onu arkasından kucaklayıp, mübarek elleriyle gözlerini kapadı. Zâhir ise: Kimsin sen? Bırak beni, diyerek kurtulmaya çalıştı, ancak gözlerini tutan zatın Resulüllah (sav) olduğunu anlayınca rahatladı ve sırtını Fahr-i Kainat Efendimiz (sav)’in göğsüne iyice yapıştırmaya başladı. Bunun üzerine Resulüllah (sav): “Bu köle satılıktır, almak isteyen var mı?” diye (şakayla) seslendi: Zâhir boynu bükük ve hüzünlü bir eda ile: Yâ Resulellâh! Benim gibi değersiz bir köleye, vallahi kuruş veren olmaz, dedi. Fahr-i Kâinât (sav) ise: “Hayır yâ Zâhir! Sen Allah katında son derece kıymetli ve pahalısın!” buyurdu. (İbn-i Hanbel, III, 161)
Yüce Rabbim her türlü maddi ve manevi engellerden, imansızlık, vicdansızlık, vurdum duymazlık, zulme kör ve sağır kalma engelinden cümlemizi ve tüm insanlığı muhafaza eylesin.
04/12/2023
Başakşehir/İSTANBUL
ABDULGAFUR LEVENT
View Comments
Kalemine sağlık. Çok güzel, sade ve etkili bir yazı olmuş üstad.
Allah razı olsun.