Aşağıdaki yazı Merhum hocamızı müzakereci olarak ilmî bir toplantıda yaptığı konuşmanın bir bölümünü oluşturmaktadır.
Peygamber (s.a.v.) iktisadi hayatı bir bütün olarak görmüş ve kendine bağlı topraklarda, müslim ve Gayr-i Müslim hiç kimsenin faizli bir muamelesine izin vermemiştir; Çünkü ülkenin iktisadi hayatı bir bütündür. Buna göre bu bütünlüğe zarar verecek olan farklı uygulama yerine yasak müslim, Gayr-i Müslim halkın tümüne teşmil edilmelidir ki Resülüllah’ın uygulaması da işte böyle olmuştur.
Peygamber hem tebliğ/öğretim hem de gelen hükümlerin bekletilmeden hayata geçirilmesini sağlama maksatlarıyla o, yeni müslümanlığa geçmiş bölgelerin vali ve başkanlarına yazılar ve elçiler gönderirdi.
Ben burada M. Hamidullah’ın el-Vesaiku’s-Siyasiyye adıyla derlediği eserinin bunlarla dolu olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Burada Peygamber’in çeşitli Yemen halklarına gönderdiği yazısı bir misal kabilinden verilebilir. O, beyan eden ve de talimatlar içeren bu yazısında; zekât, diyet, ceza, aile hukuku, bazı ahlaki ve İlmihal konuları ile ilgili meselelerden söz etmiş ve bu arada mutlak yasak fiillere/büyük günahlara da yer verip onlar arasına sihir öğretimi yapılması, yetim malı yeme ve konumuz açısından önemli olan riba/faiz yasağını da katmıştır.
Peygamber böylece İslâm’a geçen yeni bölgeleri vakit geçirmeden dini, hukuki ve iktisadi açıdan bu yeni değerlerle buluşturup oraları İslam’la ve merkezle bütünleştirme hedefine yönelir. Antlaşmalarla bu hâkimiyet içine girip de Gayr-i Müslim olarak kalmayı tercih etmiş olan topluluklara gelince onlardan da bazı alanlarda bütünlüğe ters düşmemeleri istenmiştir ki bunun en bariz misâlinin, onların da faiz yasağına uymak zorunda bırakılmaları olduğunu söyleyebiliriz.
Medine siyasi sözleşmesi, ona dahil edilmiş Ehl-i Kitab Yahudiler için bir riba/faiz yasağı içermez. Çünkü henüz o zamanda bu yasak gelmiş değildir. Ancak yasağın gelmesiyle birlikte bundan sonraki Gayr-i Müslim topluluklarla yapılan antlaşmalarda bu yasağın da bir madde olarak onlarda yerini aldığını görürüz ki şimdi bunları ele alacağız.
Hz. Peygamber’in devletinde yarı muhtar Gayr-i Müslim bir takım topluluklar vardı. Mesela Hicaz’ın Yemen tarafındaki Necran Hıristiyanlan ile yine Yemâme ve Bahreyn tarafındaki Hecer bölgesi Mecusileri bunlardandır. Resûlüllah yaptığı anlaşmalarda onlara da faiz yasağı koydu ve hatta o öylesi sert bir yol izledi ki eğer onlar kendi aralarında dahi faizli işlemlerde bulunacak olurlarsa bu cezasız kalmayacak; yasağı çiğneyen -bazı ifadelerden anlaşıldığına göre de diğerlerine sirayeti olmadan o kişi- antlaşmayla verilen himaye ve teminatlar dışında kalacaktı.
Hatta Hanefilerin ünlü fakıhi Serahsi (ö. 483 h/1090 m), yine Kâsâni ve müfessir Hamdi Yazır’ırın, eserlerine bakılırsa Peygamber onlara, “Ribayı bırakmazsanız Allah ve Resûlü tarafindan faizcilere karşı açılmış olan savaştan haberiniz olsun” anlamındaki Bakara 279. âyetini, aynı ifade ve hükmünü de içeren yazılı bir uyarı yapmayı da ihmal etmez.
Nitekim KâsânI de Serahsi gibi, adı geçen Mecusi Hecer bölgesine giden bu şekilde bir uyarıdan bahseder. Bu da onlar için böyle bir durumda antlaşmanın geçersiz kalıp eski duruma dönüleceği yahut bunun doğrudan bir harp sebebi sayılacağı anlamına gelecektir.
Kur’ân’da en sert ifadenin bu ribâ/faıze karşı kullanıldığı görülür ki onun da elbet önce müslümanlardan bu yasağa dinlemeyenlere yönelik olacağı açıktır. Az sonra gelecek olan Tâif konusuna da değinen Hamdi Yazır eserinde; bu Kur’ân hükmüyle Müslümanların doğrudan imanlarıyla bağlı olduklarını, çünkü “iman”ın bir ahit (Allah veya Dinle yapılan kesin sözleşme) olduğun, Gayr-i Müslimlerin ise
söz konusu yasağa ancak antlaşmalarla dâhil edebileceklerini, Peygamberin de böyle yaptığını anlatır. Serahsi ise burada; adı geçen topluluklarla yapılan antlaşma ve onlara verilen güvenin faiz yasağına uymaları şartını da içerdiği için, onların buna muhalefetleriyle eski duruma dönülmesinin ahde vefasızlık olmayacağını yazar.
Diğer yandan o; bu gibi toplulukların faize yönelmelerinin onların din darlıklarının bir gereği değil, sadece inançlarında ve muamelelerinde fiska (:sapıklık ve ahlâksızlığa) düşmelerinden kaynaklandığını da belirtir. Müslümana bu yasaklanacağı gibi onlara da yasaklanır. Kâsâni ise Gayr-i Müslimlerin, müslüman ibadeti ahkâmı ile mükellef olmasalar da yine de onların yaygın kabul olan haramlarla mükellef oldukları açıklamasını yapar21.
Günümüzdeki Ehl-i Kitab’ın kitaplarında da bu faiz yasağını görebildiğimize göre bu ifadelerinde Serahsi’ye hak vermemek mümkün değildir. Kur’ân’dan öğrendiğimiz; namaz, zekât ve oruç gibi ibadetlerin önceki peygamberlerin ümmetlerine de farz kılındığı ve bu arada yine onlara riba’nın da yasaklandığıdır22.
Yukarda bahsedilen Necranlılar Hz. Ömer zamanında, kendilerine istimlâk bedelleri de fazlasıyla ödenerek Irak ve Belâzuri’deki ifadelere bakılırsa bazıları da Şam bölgesine nakledilip onlar oralarda gene devlet eliyle iskân edildiler2. Ebü ‘Ubeyd (ö. 224 h/838 m) ve gene Belâzuri (ö. 279 h) gibi ilk dönem müellifleri Necran’ın bu nakledilişini onların faiz yasağını çiğnemelerine bağlarlar. Bu gibi bazı kaynaklarda yer alan, söz konusu sürgünden sonraki zamanlarda Yemen Necran’ında yaşayan Hıristiyanlar olduğuna ilişkin
bazı ifadelere dayanan M. Hamidullah, bu sürülmenin sadece itaattan çıkanları kapsadığı sonucuna da varır. Ben şahsen bu bölgeden çıkarma meselesini, faiz yasağını ihlal dışında ayrıca Peygamber (s.a.v.)’in, bu gibi toplulukların ilerde gerektiği zaman Hicaz bölgesi ve civarı dışına yahut Arabistan yarımadası dışına çıkarılacakları yönündeki sözleri ve siyasi tavsiyeleriyle de bağlantılı olabileceğini düşünmekteyim.
Nitekim daha henüz o zamanlar kesin faiz yasağı gelmediği için olmalı ki biz Hayber’le yapılan antlaşmada faizle ilgili bir maddeyi göremediğimiz halde Ömer (r.a.) devrinde onlar da ilgili hadisler doğrultusunda bölge dışına çıkarılmışlardır.
Vahye ve İslâm’a beşiklik yapması açısından söz konusu bölge, diğer yerlerden farklı olarak özel bir konuma sahiptir. İnsanları ve toplulukları hudut harici yapmaya gelince İslâm hukuku ve siyasetinde bunun yeri yoktur. Dünyanın tamamına gelmiş bir tebliğ ve dinin öngördüğü bir siyasetin herhalde hudut harici olamaz. Çünkü onun o yerlere de gitme davası vardır. Hz. Ömer de hudut harici yapmamış, söz konusu toplulukları yine kendi hakimiyet topraklarına yerleştirmiştir.
Sonuç olarak söylersek Hz. Muhammed (s.a.v.) artık, sadece Arabistan Yarımadası’nın içinden değil onun dışındaki yerlerden de tüccarların gelebildiği bu gibi büyük pazarlara da yeni hukuki değerlere göre düzen verme
gücünü elde etmiş olmaktadır.
Prof. Dr. Celal Yeniçeri
21 Serahsi, XIV,58; Kâsâni, VII, 82-83 (Beyrut, 1418 /1997); Hamdi Yaza–, Hak Dini, II, 974.
22 Tevrat, Çıkış, 22/25; Levililer, 25/35-37; Tesniye,15/1-8, 23/19-20; Yeremya, 15/10; İncil/Luka, 6/34.