Müslümanın eleştirel aklı, her türlü sosyalist zihniyetinden ötesinde her mazlumun ve her ezilenin yanındadır. Bir ideolojiden de öte pratik olarak ezenlere karşı devrimci bir akıldır. Bu akıl, Tevhid peşinde yaşanmış farklı dini tecrübe algılarını hoşgören, tarih içinde şirke bulaşmış ama aslı İslam olan her dini düşüncenin aradığı kök hakikat algısının İslam’ın ta kendisi olduğunu öğreten bir akıldır. Ahlak, Hak ve adaleti vurgulayan bu “yapıcı eleştirel” akıl sayesinde Müslüman, yaşadığı ortamı öyle yumuşatır ve hazırlar ki en büyük düşmanı olan firavunları bile beklemediği zemin ve zamanda o çok güvendikleri silahlarıyla hatta önemsedikleri maddi zenginlikleriyle cesetler olarak ani ve keskin darbelerle köpük gibi su üstünde batıp batıp çıkarıverir.
Müslümanın gönlü ise muhabbetle dolu olup Allah için çarpan kalbi sayesinde ne Züleyha’yı umutsuzca çöllerde arayan ne onu şehrin neon ışıklarında boğar. Dahası Müslüman, aynı zamanda tam ters uçta kadından ve hatta dünya güzelliklerinden kaçarak kendini dağlara vurup manastırlar inşa edip münzevi bir hayat peşindeki Ruhbanlar kadar aşırıya kaçıp kendini soyutlayarak Rabbe adamaz. Aksine Müslüman, kalbinde “Mevla’ya derin muhabbet ve Züleyha’ya aşk” dengesini iman şekulu ile daima korur. Öyle ki kalbi, aşkın metafiziğini çözüp onun fenomenolojisini ortaya koyarak bir romantikten de ötede ilahi muhabbet dolu ama Züleyha’nın şahsında onun modelliği sayesinde ve onun gölgesi veya yardımıyla anladığı maddi aşk sayesinde bütün mahlukata bir derece inmiş bir sevgi besler. Zira bilir ki “aşk gözü karartır, muhabbet öze iner”. Yine bilir ki Kitabı Kur’an, Züleyha’nın, onu kör edici aşk ile Yusuf’a bağlanmasını kınamayan ama tuzak ve hileler dolu yönteminin yanlışlığına vurgu yapan yaratıcı ve yapıcı bir muhabbet önermektedir. Bu sebeple Müslümanın kalbi gülerken bile ağlamaklı olan; kör edici sevdadan da öte Mevlasını kalp gözüyle görebilen “İhsan” makamındaki muhabbetle doludur.
Müslümanın bedeni, katı bir materyalistten de öte, maddenin esiri olmayan, aksine daima ona “Rabbinin kölesi” oluşunu hatırlatan; kanının, teninin, renginin alabildiğine farkında olan, onları inkar etmeyen ama onları ideolojik bir saplantıya veya kupkuru bir mitolojiye dönüştürmeyen aksine; şanlı tarihini inşa edici her daim ve şimdiki an olduğunu bilen, Selahaddin benim, Fatih benim, Yavuz içimde yaşıyor” diyebilen, yeni model olma hevesinde ve duasında tarihsel zamanların “dindar”, dindarların ise tarihsel inşa edebilen bir kişilik olduğunun bilincinde olandır.
O, Göktürklerden beri milli kutlu kızıl elma yolculuğunun farkında olurken “Tanrı Dağları kadar milli ve yerli, Hira kadar devrimci ruh ile alemi okuyabilen ve “Hanif Müslümanım!” diye haykırabilen yegane insandır.
Son olarak Müslüman ruhu, bedenine can veren, kimlik, kişilik ve benliğinin farkında olan, anlama ve idrakini yaban fikirlere teslim etmeyen bir ruhtur. bu ruh, kendini terbiye edilebilir bir can gören; her türlü esnek cinsiyetten ve cinsiyetsiz, liberal hatta makineden ruhsuz olmaktan dahası her türlü beşeri acıdan sıyrılmış transhuman anlayışlardan öte “Sonsuz Varlığa daima kendini zincirleyen”, “Sonsuz Varlığa köleliğin Ruhuna farkındalık bahşettigini ve O’na ait olduğunu” her daim izhar eden bir ruhtur. Dahası “Sonsuz’a köle olanın tüm fani mahlukata özgürlük bahşettiğini eşyaya ruh kattığını haykıran, bunu diliyle söyleyebilen, elleriyle yapabilen gönlünü adayabilen dinamik, alem ile dingin bir uzlaşı içinde olabilen evrenin ötelerini metafiziği kucaklayıcı bir RUH’tur…
Prof. Dr. Mustafa Alıcı