Bir süredir kendimde ve çevremde önemli bir eksikliği fark ettim: Farkında olmadan dini, ahlaki ve insani duygularımızı kaybetmişiz!..
Duyguların kaybı, düşünceyi de etkiliyor:
Duygu, his sahibi olmak; insani özelliğimizin en önemli tarafı. Çünkü, ruh ve sosyal dünyamızda duygularımızla yer alıyor; sevinip, üzülebiliyoruz.
Bu özellik, aslında akıl ile birlikte gerçekleşen bir durum. Akıl, olayları anlıyor ve açıklıyor. Duygu ise, onlardan müsbet veya menfi olarak etkileniyor.
Ahlak ise, bu olaylara ölçü koyan bir değer. Olayın, kültür ve medeniyet bağlamında değerlendirmesini o yapıyor. Memnun olmamız ve rahatsız olmamız, onun kriterleriyle ortaya çıkıyor.
Bu yüzden, ahlakı olmayan ve ahlaki hassasiyetini kaybetmiş birinin; insanlığını kaybetmiş olduğu söylenmesi yanlış olmaz..
Duygularımız, geçtiğimiz yüzyılda ciddi şekilde örselendi ve yıpratıldı.
Duygu dünyası, ruhi ve ahlaki değerler ile gerçekleştiğinden, maddi hayatın aşırı şekilde kabulüyle, insani yönümüz köreldi.
Sevgi, saygı, ilgi, merhamet gibi değerlerimiz; gereği gibi hayat içinde kullanılmadığından kaybolmaya yüz tuttu.
Maddi hayatın, ruha hakim olması:
Bu durum elbette ki ahlaki ve manevi dünyamızın daralmasıyla başladı. Para, mevki, statü ve unvanlar; vasıta iken, gaye haline geldi. İç huzurunu, sadece eşya ve eğlencelerde arar olduk. Ruhumuzun açlığını manevi eğitim ve dini inanışların dışındaki alan ve meşguliyetlerde aradık. Peygamberimizin dünyevileşme dediği buydu. Dünya bizim için geçici bir alem ve ebedi kalınacak yer için hazırlanma yeri diyen dinimiz; aynı zamanda dünyayı da ihmal etmememizi söylüyordu.
“İnsan; meşgul olduğu temel bakışın karakterini alır diye bir söz var.” Aslında önemli bir tespit. Çünkü asıl meşguliyet alanı, insanın karakterini belirlemektedir.
Bu durumda, kendi duygu dünyamızı şekillendirirken; yaşama değerlerimizi ve tarzımızı dikkatli seçmek zorundayız.
Bizi oyalayan ve akla zıt, etkisi altına alan davranış ve tutumların tesir sahasına girmemek durumundayız. Bunun da yolu; kendi yaşama felsefemize, ahlak anlayışımıza uygun bir hayat sürmektir.
Medyanın çeşitli aygıtlar ile çevremize kurduğu sun’i dünya, bizi duygu dünyasından alıp, eşya, eğlence ve cinsellikle çerçevelenmiş sahte bir dünyaya götürüyor. O dünyanın özelliği, aldanma ve kendi gerçeğimizden bizi uzaklaştırıcı sahte ilgiler ve varlığımıza ters bir sanal ortam olmaktadır.
Dünyevileşmeden kendimize gelebilmek:
Duygu dünyamızın temelinde bir kültür ve ahlak birikimi olmalı ve bizi, diğer insanlarla hayatı ve kültürü paylaşmaya götürebilmelidir. Aksi halde, insanı değil de, başka amaçları hayatın manası ve ekseni kabul eden bir yaşayış, bizi varlık sebebimizin dışına atacaktır. Bugün karşılaştığımız durum budur.
Derin ve manalı bir hayatı ve onun huzur ve mutluluğunu bulamayışımız, olayları sathi bir şekilde görüp, gerçeğine eremeyişimizin sebebi irade dışı yaşayışımızdır.
Özellikle din ve ahlakımızın, bize; mutluluğun şifrelerini verdiği hayat anlayışını kaybedişimiz de, o geniş ve derin değerler dünyasından uzaklaşmamızdan..
Yeniden kendimiz değerlendirerek ilahi davetin sırrına ermemiz çok önemli. Çünkü dünya, bizi gerçek varlığımızın sırrına erdirebilecek bir nitelik ve sürekliliğe sahip değil. Sadece belli bir zaman ve görevler ile ona bağlıyız ve sonuçta, ebedi bir hayata yürümek ve onun hesabını yapmak durumundayız..
Prof.Dr.Sami Şener