Rızık, hayatta yaşayabilmek için, istifade ettiğimiz dünyevî geçim kaynaklarının bütünüdür. Kişi, çalışarak rızkını, yani hayatın idamesi için geçimini şöyle veya böyle temin eder. Ancak, İslâm’a göre rızkı veren Allah’tır. Allah, sadece insanların değil bütün canlıların rızkını verendir. Zaten O’nun bir ismi de Rezzak’tır.
“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öldükten sonra) emaneten konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da yazılı)dır.” (Hud (11): 6).
Allah rızkı herkese veriyor ama herkes, Allah’ın rızkından farklı miktar ve oranlarda nasiplenebiliyor. Yani rızık, kişinin rızka nasıl baktığına bağlı olarak bereketin boyutu da değişken olabilmektedir. Buna bağlı olarak da Allah, rızkın ya bereketini kesmekte, ya da bir imtihan olsun diye bizzat rızkı ya azaltmakta veya çoğaltmaktadır. Nitekim Kur’ân, rızkı veren de alan da bütün rızık kaynaklarına sahip olan Allah’ın uhdesinde olduğunu açıkça beyân eder:
“Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. Dilediğine rızkı bol verir ve (dilediğine) kısar. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Şura (42): 12).
Her şeyi bir hikmet dairesinde en güzel bir biçimde bütün kâinatı idare eden Allah, bütün rızık hazinelerinin anahtarlarına sahiptir. Tabir caizse hayat kaynağının şifreleri, O’nun tasarrufundadır. Dolayısıyla rızık, Kendi tarafından tesis edilen ilâhî nizama (Sünnetullah’a) uygun olarak ilahî emri ile dağıtılır. Her şey, O’nun ilmi ve plânı dâhilinde olduğu için, her ne hikmetse kişilere bol bol da verir; ölçüyle kısarak da verir.
Rızıkların farklı dağıtımı nasıl anlamak ve izah etmek gerekir acaba? Kanaatimce bunda birisi küllî irade, diğeri de cüzi irade olmak üzere birbirleriyle bazen uyum hâlinde olan iki anlamlı boyut var. Allah’ın mutlak (küllî) iradesi bakımından rızkın belirgin olması, tamamen kişinin kaderi ile ilgili olmalıdır. “Bunların hepsi açık bir kitapta, yani Levh-i Mahfuz’da kaydedilmiştir.” Kur’ân sözü, belki de buna işarettir.
Sebepler bağlamında ise kişi, cüzi iradesi ile daha çok gayret gösterir, daha çok çalışır ve Sünnetullah’a uygun bazı tutum ve davranışlarda bulunursa yani malını hayra kullanırsa Allah’ın murat etmesi ile kendisi için öngörülmüş olan ve belki de sabit olan rızkı, onun için müspet anlamında değişken hâle gelebilir ve Allah’ın izni ve lütfuyla rızkı artabilir. Tam tersine tembellik gösterir, sosyal ve manevî görevlerini ihmal eder ve haram yollardan kazanç elde etmeye uğraşırsa Allah da onun rızkını keser.
Helal yollardan rızkını temin etmek isteyen kişilere Allah ne kadar lütufkâr ise haram yollardan rızık elde etmek isteyenlere karşı DA o kadar mesafelidir. İlgili âyet, helal rızkın kişiler için daha hayırlı olduğunu beyân etmektedir:
“Artık Allah’ın size rızık olarak verdiği şeylerden helal ve temiz olarak yiyiniz.” (Nahl (16): 114).
İnsanlar, helale dikkat etmeden de elbette rızıklanır ve zengin olabilir. Ancak haram yollardan elde edilen rızık, meşru olmadığı için, Allah katında mübarek ve hayırlı değildir. Yani böyle bir zenginlik, bereket ve hayır getirmez. Çünkü Allah, sadece helal rızkı, lütfu ile bereketlendirmektedir. İşte tam da bu noktada bereket bağlamında lütuf kavramının gizemli içeriğine bir göz atmakta fayda vardır.
Lütuf
Elmalılı’ya göre Allah’ın güzel isimlerinden biri olan Latîf, Lütûf’tan mübalağalı ismi fail veya letâfet’ten sıfatı müşebbehe olabilir. Birincisine göre anlamı, çok lütufkâr demek olur. Lütuf: gayet incelik, hoşluk ve uygunlukla gayeye ulaştırma, muradı ihsan etmedir. Bu kelimeden olmak üzere, letafet de lesafet’in karşılığı olmak üzere incelik, hoşluk, naziklik demektir ki, zıt anlamı olan kesâfet ve cevir’in yani kapalı ve kaba davranışın derecesine göre, farklı miktarlarda düşünülebilir.
Mesela latîf bir hava dediğimiz gibi, bazı cisimlere latîf ya da ruh denmesi, bu manada göreli (nisbî) bir letâfet taşıyor olmaları itibariyledir. Ziya ile ifade edilen ışığa latîf denmesi daha ince, nura latîf denmesi biraz daha ince, esîr’e, yani bütün kâinatta bulunan, her tarafı kaplamış olan ve gözle görülmeyen seyyal cisme de latîf denmesi daha da ince bir anlam taşımaları itibariyledir. Oysa bunların hepsinde maddî veya cismanî bir nevi kesiflik anlamı da vardır.
Hiç kesiflik anlamı taşımayan olarak düşünebileceğimiz bir letâfeti ancak ilim ve bilgi mahiyetinde bulabiliriz ki, böyle yalnız bilginin işareti ile gösterilebilen latîf varlıklara mücerretler (soyutlar) denir. Mutlak, mücerretlerin en yükseği ve Zorunlu Varlık (Vacib-ül-Vücûd) olan Allah ise, hepsinden üstündür. Allah’ın Latîf isminde iki önemli anlam gizlidir: Birincisi; en ince, en gizli ve işleri bütün incelikleriyle kolayca bilen demektir. Ki, bu anlam ilim sıfatının letâfetiyle ilgilidir. İkincisi, nasıl yapıldığı gizli olan en latîf şeyleri yapan ve başta insanlar olmak üzere yaratıkların muhtaç oldukları şeyleri, lütuf ve inayetiyle ihsan edip, ulaştıran lütufkâr demektir. Bu anlam da Allah’ın Tekvîn (Yaratma) sıfatı ile yakından ilgilidir (Elmalılı; VII: 5221).
Buna göre lütuf, Allah’ın Latîf isminin bir yansıması olarak; bir şey beklemeden karşılıksız, gösterişsiz ve nazikçe yapılan iyiliği, güzelliği, ihsanı, ikramı ve inceliği anlatmaktadır. Dolayısıyla kulluk bilinci ile hareket eden akıllı bir Müslüman, lütfün sadece Allah’tan geldiğini bilir, sadece O’ndan ister ve şükrün bir ifadesi olarak o da başkalarına lütufkâr davranır. İşte bu durumda rızık, hayır adına bir işlev gördüğü için, Allah’ın lütfu ile bereketlenir. Allah’ın lütfu ile bereketli ve hayırlı bir ömür yaşayan, O’nun sevgili kulları olmamız dileğiyle.
Prof. Dr. Ali SEYYAR
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi