Kur’ân, Allah’a varmada “vesilelere” sarılmayı emreden[1] bir kitaptır. Ama bu buyruğunu yerine getirme çizgisinden çıkarak vesileyi gaye hâline getirmeyi de hoş karşılamamıştır. Rûhsal yükselme hayatın içinde ve insânlarla yan yana gerçekleştirilecektir. Bunun aksi bir yola gidişi ifâden eden Ruhbâniyet işte bu yüzden makbul görülmemiştir. Ruhbâniyet, rahiplik yolunu seçenlerin ortaya koydukları hayat şeklinin adıdır. Kelimenin etimolojisi üzerinde duranlar, başlangıçta Allah korkusu/ürpertisi ve din adamlığını ifâde eden bu kelimenin, sonraki zamanlarda manastıra kapanmayı, dünyaya ve insânlara sırt dönmeyi, evlenmemeyi, hatta “iğdiş”[2] edilmeyi ifâde eden bir anlam kazandığını söylemişlerdir. Şüphesiz bu gelişmede Hristiyanlara yapılan baskıların büyük rolü bulunmaktadır. Despot yöneticilerin zulüm ve baskılarından kurtularak dinlerini yaşamak isteyen ve bir zorunluluk eseri dağlara kaçan, izbelere çekilen rahiplerin bu davranışları sonraki zamanlarda Hristiyanlığın temel kurallarından biri olarak kabul edilmiştir.
“Ve sonra onların ardından öteki elçilerimizi gönderdik; ve [zaman içinde] arkalarından kendisine İncil verdiğimiz Meryem oğlu İsa’yı gönderdik; o’na [sadık bir şekilde] uyanların kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirdik. Ruhbanca riyazete gelince, Biz onlara bunu emretmedik: Allah’ın rızasını kazanmak arzusuyla onu kendileri uydurdu. Ama sonra ona, [her zaman,] gerektiği gibi uymadılar. Böylece Biz, [gerçekten] iman etmiş olanlara karşılığını verdik, ama onların çoğu yoldan çıkmışlardı.”[3]
Bu âyetten ilk olarak anlıyoruz ki; ruhbanlık vahyin getirdiği buyruklar/prensipler arasında değildir. İkinci olarak, Hristiyanlar bu yolu Allah’ın rızasına varmak için kendileri bulmuşlardır. Üçüncü olarak ise rahipler daha sonraki zamanlarda, ruhbâniyetin gereklerini yerine getirmemişlerdir. Kısacası ruhbâniyet, iyi niyetle başvurulmuş ve bu hâliyle Allah’ın da onayını almış geçici bir yoldur. Eğer Hristiyan azizler, zalim hükümdarlara karşı dinlerini savunabilselerdi, dağlara, izbelere sığınmalarına gerek kalmayacaktı. Tevhid dini, şerde pasif kalmayı yeterli görmemiş ve bağlılarından hayırda da aktif bir şekilde rol almasını istemiştir. Başka bir deyişle, insânın kendini kurtarması, başkalarına zarar vermemesi yeterli değildir. Başkalarına yararlı olmak da gerekmektedir. Şunu da ilâve edelim; din hayatında uzun vadeli tahriplerin çoğu hep “görünüşte iyi” sapmalardan kaynaklanmaktadır. Çünkü bir farzı yerine getirmeyi yeterli görmeyip daha ileri gidenler, zaman içinde bunların aynen o farz gibi dinleşmesine engel olamamaktadırlar. Bu nedenle dengeyi bozmanın nerede duracağı belli değildir.
İşte bu olası yaşanmış tehlikeden ötürüdür ki; tevhid dini, din sınıfı ve ruhbâniyet kabul etmez. Ve bunun sonunda engizisyona giden bir yol olduğunu bilir. Engizisyon, ortaçağdaki kilise hegemonyasının amansız ve acımasız din mahkemelerine verilen addır. Bu nedenle ruhbaniyeti veyâ din sınıfını kabul eden bir sistemde engizisyon kaçınılmazdır. İnsânoğlu kendine üstünlük ve farklılık sağlayan kavram ve kurumların değil silinmesine, aşınmasına bile izin vermez. Bu silinme ve aşınma kaçınılmaz olmuşsa o zaman hileye, aldatmaya başvurur. O da yetmezse şiddete gider. İşte engizisyon bu seyrin şiddet aşamasını temsil etmektedir.
Hz. Îsâ’nın öğretisini benimseyenler, kalpleri şefkat ve merhametle dolu insânlar oldular. Allah onlara ruhbânlığı bir görev olarak yüklememiş olmasına rağmen, bu samimi inananlar ağır sosyal ve siyasal baskılara maruz kaldıklarından dinlerini koruyabilmek adına ücra yerlere çekilip kendilerini ibâdete verdiler. Fakat zaman içinde bu hareket amacından saptırıldı. Dinin istismar aracı olmasını kurumlaştıran hatta toplum içi ve toplumlar arası çatışmaları körükleyen bir örgütlenmeye/yapıya dönüştü. Kur’ân bu olumsuz tehlikeli gelişmeyi Tevbe/34. âyette şöyle haber vermektedir:
“Siz ey imana erişenler! Bilin ki, hahamların, rahiplerin çoğu, insânların mallarını, haksızcasına yiyip yutuyor. Ve [onları] Allah’ın yolundan alıkoyuyorlar. Fakat bütün o altın ve gümüşü toplayıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, (işte) onlara [sonraki hayat için] çok çetin azabı müjdele.”[4]
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki; iyi niyetle başlayan ruhbâniyet sonunda cehenneme giden yolun taşları dizmeye başlamış, mânevî arayışın sığınakları olan manastırlar XII-XIII. yüzyıllardaki kültürel ve sosyal gelişmelere paralel olarak yerlerini örgütlü/teşkilatlı kiliselere bırakmıştır. Önceleri “kalplerine şefkat ve merhamet” bırakılanlar ve saf bir sevgiyle Allah’a yönelenler, sonradan kilisenin gücünü arkasına alarak “cennetin tapusu” ellerinde tutan ve “aforoz” yetkisi ile donanan, üstelik bunu da “kutsal cihad” olarak gören kin ve nefret adamlarına dönüşmüşlerdir. Resmi mabed resmi din adamlarını oluşturmuş, “kilise dışında kurtuluş yoktur” inancı “endüljans”ı yani “Allah’ın affettiği günahların dünyevi cezalarının kilise tarafından bağışlanması” aracılığını ortaya çıkarmıştır.
Son söz: Öncesinde aracısız olarak Allah’a kulluk edenler, zamanla Allah ile kul arasında aracılığa soyunduklarında, bilsinler ki, Hz. Îsâ’nın aslî öğretisini terk etmiş, tevhitten sapmış ve şirke düşmüşlerdir. Sığındıkları ruhbâniyet, kendi nefislerine bir zulüm olduğu gibi, ayrıcalıklı/seçkinci konumları da onları Allah adına yetki kullanma noktasına taşıyarak engizisyon zulmünü işlemelerine neden olmuştur. Eğer Hz. Îsâ onları görmüş olsaydı, sanıyorum Toma’ya Göre İncîl’de söylediği şu sözü onlara tekrar ederdi:
“Eğer bir kör bir başka körü güderse ikisi de bir çukura düşer
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] Mâide/35 “Yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).”
[2] Erkeklik işlevini yerine getiremeyecek duruma getirilme.
[3] Hadid/27. “Summe kaffeynâ alâ âsârihim bi rusulinâ ve kaffeynâ bi’îsebni meryeme ve âteynâhul incîle ve cealnâ fî kulûbillezînet tebeûhu re’feten ve rahmeh(rahmeten), ve rahbâniyyetenibtedeûhâ mâ ketebnâhâ aleyhim illebtigâe rıdvânillâhi fe mâ reavhâ hakka riâyetihâ, fe âteynellezîne âmenû minhum ecrehum, ve kesîrun minhum fâsikûn(fâsikûne).”
[4] Tevbe/34