Tarih: 26 Şubat 2022
Yer : Bendenizin dünya misafirhanesi.
Sabah olmuş, cenneti aradığım(!) sıcak yatağımdan kalkmış, sabah mahmurluğunu atmaya çalışıyorum üzerimden. Yeni umutlar ile yepyeni bir güne uyanmanın huzuruyla kalkıyorum yatağımdan. Eşimle birlikte oturuyorum mütevazı bir şekilde hazırlanmış kahvaltı sofrasına. Eşimle ben tebessüm ederek “Hayırlı sabahlar” diliyoruz birbirimize.
Ama benim her zamankinin aksine beynimde dolaşan bin bir soru var… Anlamlandıramadığım bir huzursuzluk ve sıkıntı var yüreğimde.
“…….”
“ Bugün 28 Şubat” diyorum kendi kendime. Şubat soğuğu yetmiyormuş gibi 28 Şubat 1997 yılında, yüreklerimizi üşüten olaylar düşüveriyor benliğime. Ali Kalkancı Fadime Şahin tiyatrosunu hatırlıyorum… Demokrasiye balans ayarı çekenleri, sürecin bin yıl devam edeceği kehanetinde bulunanları, Üniversite kapılarında coplanan başörtülü kızlarımızı, okul önlerinde gözyaşı döken bacılarımızı, siyasi hayatıma mal olsa da Kur’an Kurslarını kapatacağım diyen siyasileri, İmam hatip camiasını toplu bir şekilde vatan haini ilan edildiği o günleri hatırladıkça yüreğim ürperiyor ve üşüyorum. Gayri ihtiyari olarak, elimde tuttuğum çay bardağını avuçlarımın içine alıyor, çayın sıcaklığı ile üşüyen ve ürperen yüreğimi ısıtmaya çalışıyorum ve eşime dönerek:
“Bugün 28 Şubat post-modern darbesinin ve Erbakan hocamızın vefatının yıldönümü. Merhum Necmettin Erbakan hocamıza namazlarımızdan sonra dua edelim inşallah” diyorum. Benim bu sözlerimden sonra, buruk bir sessizlik oluşuyor kahvaltı sofrasında.
“Amin, mekanı cennet olsun inşallah!” diyor eşim.
Dedim ya, yüreğim buruk içim üşüyor diye… Bir bardak çay alıyorum ve çıkıyorum balkona. Tam çayımı yudumlamaya başlayacakken, bir asker ilişiveriyor gözüme. Elinde silah, nöbet tutuyor sokağın hemen köşesinde. Soruların beynimi patlattığı anda bir soruyla daha karşılaşıyor beynimin yorgun hücreleri. Elinde silah bekleyen askere dikkat kesiliyorum. Aman yarabbi bu da ne? Bu asker Türk askeri değil! Türk askeri olmadığı her halinden belli… Elimdeki çay bardağı bir anda düşüyor yere ve paramparça oluyor. Artık avucumda sıkıca tutabilecek, yüreğimi Şubat soğuğunda ısıtabilecek çay bardağımda yok… İşte o an anlıyorum çayın ve çay bardağının kıymetini…
Çabucak giyiniyor ve çıkıyorum dışarıya. İnsanlar gayet sakin dolaşıyorlar sokaklarda. Ama ne garip değil mi, herkes İngilizce konuşuyor benim mahallemde…
“Allah, Allah” diyorum kendi kendime. “Türkiye’de insanlar neden İngilizce konuşur ki?” Benim bu sözlerimi arkamdan gelen beyaz, aksakallı bir amca cevaplayıveriyor bana:
“Türkçe mi kalmıştı ortada ey oğul? Dükkân isimleri dahi İngilizceydi bu ülkede. Zaten ülkemiz insanı ortalama 450 kelimeyle konuşmuyor muydu?” Diyor.
Aksakallı amcanın yüzüne, söylediği sözleri anlamak için bakıyorken bir anda kayboluyor gözlerden. Arkadan gelen biri, “Bu gördüğün Kaşgarlı Mahmut diyor” bana. “Dil, 450 kelime ile konuşmak, İngilizce mağaza isimleri… Tamam da bu köşe başlarını tutan yabancı askerler kim yahu” diye bağırmak geliyor içimden ama bağıramıyorum.
“Zaten çay bardağım da kırıldı” diyorum.
Anlamsızca ve istemsizce yürüyorum sokaklarda. Kendi benliğini arayan adam modunda adımlıyorum sokakları. Her köşe başında bekleyen yabancı askerler ve buna umursamadan İngilizce konuşan insanların arasında hayretler içinde yürüyorum.
Bir anda yan tarafımda slogan atan bir grup beliriveriyor. Dönüp bakıyorum ki kalabalık bir gurup ve elinde yabancı bayraklar ile slogan atarak yürüyorlar.
“Yaşasın 28 Şubat Bayramımız”
“?????”
“28 Şubat bayram değil ki” diyorum kendi kendime…
O anda öğle ezanı okunmaya başlıyor minarelerden. En yakın camiye hızlı adımlar ile koşuyorum. Derdim Türkçe konuşan birini bulmak ve neler olduğunu öğrenebilmek. Aman Allah’ım o da ne? Caminin önünde yine yabancı askerler var ve camiye girenleri tek tek kontrol ediyorlar. Yabancı askerlerden biri bana, tepeden bakan kaba bir tabirle “Good afternoon” diyor. İstemsiz ve anlamsız bir şekilde “Ve aleykümselam” diyor ve giriyorum camiye. Camide çok fazla cemaat yok ama iki kişi çarpıyor gözüme. İlk safın iki başına oturmuş, her halinden yabancı olduğu belli olan iki kişi…
Yanımdakine usulca soracak oluyorum “Kim bunlar” diye… Ne soracağımı anlamışçasına “Bunlardan biri CIA diğeri MI6 ajanı diyor. Bu cevap karşısında, beynimin yorgun hücrelerinin zonkladığını hissediyorum. “Gerçekten neler oluyor?” diye soruyorum kendi kendime…
Cüppe ve sarığı ile odasından çıkan imam efendiyle bir anda göz göze geliyoruz. İmam efendinin gözlerinde ki kaygıyı görüyorum bir anda. Hocanın bu kaygılı gözler ile bana bakması yetmiyormuş gibi, ajan olduğunu bildiğim iki kişiden biri:
“Hoca konuşmadan namazını kıldır” diyor ve parmak sallıyor imam efendiye. Diğer ajan ise, “Bakın efendiler! Camiler açık namazlarınızı kılıyorsunuz.” Diyerek, “Daha ne istiyorsunuz?” dercesine cemaate parmak sallıyor. Aynı 28 Şubat 1997 tarihinde olduğu gibi…
Okuduğum Fatiha’nın bile anlamını düşünemeden bitiriyorum namazı. Camiden dışarıya çıktığımda ise, hiç kimse birbiriyle konuşmadan dağılıveriyor. “Nerede kaldı cemaat ruhu? Hani birbirimizle hasbıhal edecektik, birbirimizin derdiyle hemhal olacaktık.” Diye düşünüyorum.
Bu arada, sabah elimden düşüp kırılan çay bardağını tekrar hatırlıyorum…
Camiden biraz uzaklaşınca, yabancı askerlerin olmadığı sota bir köşede üç beş kişinin sohbet ettiğini görüyorum. Gidiyorum yanlarına ve selam veriyorum. Yerin kulağı vardır minvalinde, sessizce “Aleykümselam” diyerek selamımı alıyorlar.
Olanları anlayabilmek için, hiç konuşmadan kulak veriyorum o kişilere. Onlardan biri;
“S-400 füzeleri geri verilmeyecekti. Geri verilince hava savunma sistemimiz zayıf kaldığı için böyle oldu” diyor.
Diğeri ise; “ Suriye’den askerimizi geri çekmeden, PKK, PYD terör örgütlerine yapılan operasyonlar devam etseydi, İsrail’in istediği ve arzuladığı Güneydoğu illerimizi de içine alan taşeron Kürt devleti de kuramazlardı” diye sessiz bir şekilde söyleniyor.
Her cümleden sonra benim hayretim bin kat daha artıyor ve gözlerim fal taşı gibi açılıyor. Orada bulunanlar benim hayretimi umursamadan devam ediyorlar konuşmalarına. Biri de;
“Şimdi Ermeniler de boş durmuyor ki… Doğu Anadolu illerimizde büyük Ermeni devleti kurma isteklerini ABD ve İngiltere’ye bildirmişler” diyor…
Bu konuşulanlar arasında araya giriyorum ve “Peki 28 Şubat’ı niye bayram ilan ettiler” diyorum.
Bir sessizlik oluyor o anda. Konuştuğumuz insanlardan biri;
“28 Şubat’ı, Amerikan mandasını kabul etmemizin bayramı olarak ilan ettiler” diyor.
“Hayır olamaz” diyorum. “Kendi vatan topraklarımızda, bir başka devletin himayesine ve himmetine girmenin neresi bayram?” diyorum.
Orada bulunan herkes susuyor bir anda…
Tam bunları söylerken yanımızda Şeyh Edebali beliriveriyor. Tasavvufi bir terbiye ile ellerimizi öne bağlıyor ve başımızı yere eğiyoruz. Tatlı bir ses tonu ile bize “Kaldırın başınızı yukarıya” diyor. Başımızı kaldırıyoruz ama atalarımızın bize emanet ettiği değerlere sahip çıkamamanın utancıyla yüzüne bakamıyoruz Edebali hazretlerinin. Şeyh Edebali;
“İman varsa, imkân da vardır” diyerek başlıyor sözlerine ve devam ediyor:
“ ‘Allahın ipine sımsıkı sarılın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın.’ Ayeti kerimesini unuttunuz ve ayrılığa düştünüz. ‘Müminler ancak kardeştir’ ayeti kerimesini unuttunuz, birbirinizle çekişmeye başladınız. Peygamberimizin (sav) ‘Müslüman Müslüman’ın din kardeşidir’ hadisi şerifini unuttunuz ve manevi değerler adına ne varsa kırdınız döktünüz”
Şey Edebali’nin son cümlesi takılıvermişti aklıma. Demek ki sabah elimden kayarak düşen çay bardağı, manevi değerlerimizi, yere saçılan çay ise aramızda ki sevgi ve muhabbetin dağıldığını anlatıyordu. Ya da ben öyle anlamıştım. Sonrasında gelişen olaylar ise, manevi değerlerimizi yitirdiğimizde ve aramızda ki sevgi, saygı ve muhabbeti kaybettiğimizde başımıza gelecekleri haber veriyordu.
Tam bunları düşünürken Şeyh Edebali hazretleri, şu iki ayeti kerimeyi okudu ve kayboldu gözlerden.
“Ey iman edenler! Düşman ordusuyla karşılaştığınız zaman sebat edin, dayanın ve Allah’ı çok çok zikredin ki başarıya erebilesiniz.” (Enfal 45)
“Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız en üstün olan sizsiniz” (Ali İmran 139)
Edebali hazretlerinin okuduğu ayetleri tefekkür ederken, derinlerden bir ses çalındı kulağıma. Eşim bana sesleniyordu. Gözlerimi açtığımda su gibi terlediğimi hissettim. Bir rüya görmüştüm. Hayır, hayır bu bir rüya değil kabustu. Kendime geldiğimde eşime;
“Bugün ayın kaçı?” diyebildim. O da bana “26 Şubat” cevabını verince, istemsiz bir şekilde balkona koştum. Balkondan ilk baktığım yer, sokağın köşesiydi. Çok şükür, sokağın köşesinde bekleyen silahlı bir yabancı asker yoktu ama…
“Elhamdülillah” dedim. Elhamdülillah…
Ama ülkemizin jeopolitik durumunu, ülkemiz üzerinde oynanan oyunları, 28 Şubat post-modern darbesini ve 15 Temmuz darbe girişimini hatırladığımda, güzel vatanımızın ne gibi büyük tehlikeler atlattığını bir kez daha anlamıştım.
Gördüğüm rüyanın etkisiyle oturmuştum kahvaltı masasına. “Rüya işte” diyecektim ki, bizim yemek masasının yuvarlak olduğunu bildiğim halde, yemek masasını ilk defa görmüşçesine bakakaldım bu garip masaya. Ne bileyim, o sabah bir garip geldi o yuvarlak masa bana…
Selam, saygı ve muhabbetlerimle….
Şaban DOĞAN
*28 Şubat *15 Temmuz *Necmettin Erbakan *Şeyh Edebali *Kaşgarlı Mahmut