Kur’ân’da en çok geçen kelimelerden biri olan amel, sözlük anlamıyla “niyetli davranış, hareket, iş, eylem” demektir. Ancak şu da bir gerçektir ki “her amel fiil olduğu halde, her fiil amel değildir.” Bunun nedeni Râğıb el-İsfahânî’nin de işaret ettiği gibi “sadece kasıt ve niyete bağlı olan fiillerin” amel adını almasıdır. Yani yalnız ibadetleri değil, insanın, bir niyetin ürünü olan bütün faaliyetleri ameldir. İnsan amel sayesinde yaratıcı faaliyete bizzat katılır ve evrenin bünyesinde sürekli faaliyet gösteren bir “benlik” olur. Çünkü Allah kendisinin “her an yeni bir iş/oluş/realite”de[1] olduğunu söyler. Bunun içindir ki; insan, amelini Allah’ın irâdesi yönünde şekillendirerek mutlu ve güzel bir dünyanın kurulmasında rol alabilir. Bu irâdeye ters yönde geliştirilen amel, oluşta hiçbir olumlu sonuç doğurmaz. Bu nedenledir ki Kur’ân, “şirkin ameli etkisiz kılacağını, işe yaramaz hâle getireceğini” söylemektedir.[2]
Amel ile zaman arasında da önemli bir bağ vardır. Kur’ân, “Asr Sûresi”nde zamana yemin ederek bu bağın kaçınılmazlığına dikkat çekmiştir. Gerçekten de zamanda ihmal sergileyen yani zamanı akla uygun bir biçimde kullanmayan bir faaliyet, amelin gereğini yerine getiremez. Bunun yanında iki amel arasına ihmal ve boşluk sokmamak da Kur’ân’ın bir ilkesidir. Bu ilke İnşirâh/7. âyette şöyle vurgulanır: “Bir işi bitirip boşaldığında hemen yeni bir işe koyulup, yeni bir yorgunluğu üstlen.”[3] Amel sadece bedensel bir faaliyet de değildir. Rûhsal ve fikrî faaliyet, belki de bedensel faaliyetten önce ameldir. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber, düşünceyi/tefekkürü en ileri ibadet olarak göstermiştir. Çünkü düşünce eylemi yani üretici amel olmadan, bedensel eylem yani malzemeye şekil veren amel olmaz; olsa da fayda sağlamaz.
Kur’ân, imanın hemen ardından devreye soktuğu ebedî kurtuluşun ikinci koşulu olan amelin “sâlih” olmasını istemektedir. Sâlih kelimesinin kökü “sulh”tur ve Arapça’da “bozgun, nefret, kötülük, kavga, çekişme ve didişmenin” zıddı demektir. Sulh’un karşıtı ise fesattır. Sulh’u esas alan kişinin tavır ve davranışına “sâlih” denmektedir. Yani sâlih sadece amelin değil, ameli üretenin de sıfatı olmaktadır. Kur’ân, hem iman sahibini hem de iman sahibinin sergilediği amelleri sâlih diye anmaktadır. Kur’ân’ın verileri dikkate alınarak sâlih ameli, insana hizmete ve barışa yönelik bütün düşünce ve faaliyetler olarak ifade edebiliriz.
Kur’ân’a göre bütün kâmil insanlar ve özellikle peygamberler sâlih kişilerdir. Mutluluk ve sonsuz kurtuluşa ermek de, sâlih kişilerin hakkıdır. Yeryüzünün nimet ve imkânlarına sahip olmak, rızık ve bereketle dolu bir yaşayışa ulaşmak da sâlih olmakla mümkündür: “Kuşkusuz, (bu ilâhî kelâma) iman edenler ile yahudi inancının takipçilerinden, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmış, doğru ve yararlı işler yapmış olanların tümü Rablerinden hak ettikleri mükâfatları alacaklardır; ve onlar ne korkacak, ne de üzüleceklerdir.”[4]
Bir başka âyet de şöyledir: “Çünkü [bu ilâhî kelâma] iman edenler ve yahudi itikadına uyanlar ile sâbiîler ve hıristiyanlardan Allah’a ve âhiret gününe inanıp, doğru ve yararlı fiillerde bulunanlar ne korkacak, ne de üzüleceklerdir.”[5]
Demek oluyor ki, dünya planındaki hayatını iman sahibi olarak sâlih amelle geçirenler dünya sonrasında temiz ve mutlu bir hayatla ödüllendirileceklerdir: “İmana ermiş olup doğru ve yararlı işler yapanlara gelince, sürekli içinde kalmak üzere cenneti hak edenler de işte bunlardır.”[6] “Erkek ya da kadın, inanmış olması yanında bir de dürüst ve erdemli davranan kimseye hiç şüphesiz arı-duru, hoş bir hayat tattıracağız; ve yine şüphesiz böylelerini, yapageldikleri en güzel şey neyse ona göre ödüllendireceğiz.”[7] “Ancak, pişman olup Allah’a yönelen, inanıp dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyanlar bunun dışındadır; zaten hiçbir haksızlığa uğratılmadan cennete girecek olanlar da işte böyleleridir.”[8]
Özetle sâlih amel, yaratıcı faaliyete katılmanın başlıca yoludur. Bu yolla insan oluş bünyesinde sürekli yapıp edici bir idrak hâline ulaşır ve ilâhî irâdeye dost olur. Kur’ân bu gerçeğe işaret ederken: “Rabbine kavuşmak isteyen, sâlih amel sergilesin”[9] demiştir. Ama şu da bir gerçek ki; İslâm dünyası Kur’ân’ın amele bağladığı yücelik ve mutluluğu Kur’ân’da yeri olmayan bir kader anlayışıyla elde etmeye çalışmış ve sonunda da hüsrana uğramıştır. Oysa ki kaderin bir şans değil, bir seçim meselesi olduğu bilinseydi, “kaderleri oluşturan amel” daima ön planda tutulurdu.
Son söz yine Kur’ân’dan: “Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve ‘şüphesiz ben Allah’a teslim olanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?”[10]
NECMETTİN ŞAHİNLER
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] Rahmân/29.
[2] Mâide/5, 53; En’âm/88.
[3] İnşirâh/7.
[4] Bakara/62.
[5] Mâide/6.
[6] Bakara/82.
[7] Nahl/97.
[8] Meryem/60.
[9] Kehf/110: “Kul innemâ ene beşerun mislüküm yûhâ ileyye ennemâ ilâhüküm ilâhün vâhıdün, fe men kâne yercû likâe rabbihî felya’mel amelen sâlihan ve lâ yüşrik bi ıbâdeti rabbihî ehaden.”
[10] Fussilet/33: “Ve men ahsenü kavlen mimmen deâ ilallâhi ve amile sâlihan ve kâle innenî mine’l-müslimîne.”