Bir derviş kılığına girerek casusluk amacıyla yola çıkan Vambéry, İstanbul, Trabzon, Erzurum, Tahran üzerinden Buhara ve Semerkand’a, hatta Herat’a kadar ulaşarak seferini tamamlamak için türlü türlü çilelere katlanır. İnsan aklının anlamakta zorlanacağı bu yolculuk esnasında, İslam dünyasının içinde bulunduğu duruma ve sosyal ilişkilere de ayna tutar. Kanımca, Müslümanların, bu kurnaz Yahudi’den alacağı birçok dersler bulunmaktadır. Bu yazımızda onun son gezi noktası olan Herat’ta noktaladığı yolculuğunu sonlandırarak tekrar İstanbul’a dönüşü işlenecektir. Daha sonraki yazımızda bu casusluk bilgilerini İngiltere’yle paylaşmasını yazacak ve bu muazzam olayı duyurmanın derin hazzını tadacağız.
Sahte Derviş, insanoğlunun anlamakta güçlük çekeceği bu gezisi boyunca, olan bitenleri kelime kalıplarına dökmenin rahatlığını yaşadığını görmekteyiz. Kendisi, Türkmenlerin inancıyla ilgili ilginç bir tespitte bulunur: “Yolculuk esnasında, tepede terkedilmiş iki mahfe gördük. Arkadaşlarıma göre, bunların sahipleri çölde telef olmuşlardı. Yine arkadaşlarımın ifadelerinden anlaşıldığına göre, bir insanın üzerine oturarak kullandığı eşya, Türkmenlerce kutsal kabul ediliyor ve onu harap etmek günah sayılıyor. Duyulmamış garip bir inanış. Çünkü insanı esir ederek satmaya, düşman ülkelerini talan etmeye izin verilirken, ahşaptan yapılmış böyle bir maddeyi, sırf bir zamanlar içinde insan oturdu diye kutsallaştırarak ilişmekten kaçınılıyor. Gerçekten de hem çöl, hem de akıl almaz bir garipliktedir.”
Önemli bir Orta Asya şehri olan Hiyve’de Şükrullah adında, daha önce Osmanlı Sarayı’nda çalışmış bir zatla karşılaşır. “Şükrullah Bey, dostlarla ilişkili sorularına karşılık verdiğim ayrıntılı bilgileri, büyük bir zevkle dinliyordu. Bir ara, kendini tutamayarak, “Allah aşkına Efendi, yeryüzünün cenneti olan o güzel İstanbul’u bırakıp da bu musibet memlekete gelmekten maksadınız nedir?” diye sordu. Bunun üzerine, “Ah Pir!” Diye haykırarak içimi çektim. Başka bir kelime söylemeden, elimi itaat makamında gözlerime tuttum. Bir mutasavvıf olan bu ihtiyar Müslüman, çektiğim ahım ne anlama geldiğini anladı. Amacım, bir tarikata mensup olduğumu ve bu yolculuğu şeyhimin emriyle yaptığını ima etmekti. Bu öyle bir emirdir ki, işin ucunda ölüm bile olsa, hiçbir mürit bu emri yerine getirmeme gücüne sahip olamazdı.
Yaptığım açıklamalardan hoşlanan Şükrullah Bey, tarikatımın adını sordu. Nakşibendi tarikatına mensup olduğumu söyleyince, tahmin ettiğim gibi, hemen içimdekini keşfederek yolculuktan asıl amacımın Buhara’yı ziyaret olduğunu anladı. Kaldığı medresede, benim için bir yer hazırlanmasını istedi ise de, yol arkadaşlarımın bulunduğunu, onlardan ayrılmamın doğru olmayacağını bildirdim. Ayrılırken, yeniden ziyaretine geleceğime dair söz verdim.
Hiyve’de Özbek Hanı’na misafir olmayı başaran sahte Derviş, burada birkaç gün kalmak niyetinde olduğunu söyler. Han, yolculuğu için gereken parasının olup olmadığını öğrenmek ister. Cevap olarak, amacımın bu yörede metfun olan evliyâullahın şerefli kabirlerini ziyaret ettikten sonra, başka bir ülkeye gitmek istediğimi söyledim. Para konusuna gelince, biz dervişiz, bu tür şeyleri dert etmeyiz. Yolculuğum için mürşidimin hediye ettiği mübarek nefes, 4-5 gün yeter, bu süre içinde beni başka bir gıdaya muhtaç etmez. Cenab-i Hak’tan, Zat-i Haşmetmeâblarına en az 120 yıl Ömür ve afiyet İhsan buyurması temennisinden başka dünyada bir fikir ve emelim yoktur sözlerini ekledim.
Bunun üzerine Han kendisine bir eşek ile 20 altın ihsan eder. Fakat kurnaz Derviş, eşeği kabul eder, ancak altınları kabul etmez. Bunun yanında, eşeğinin beyaz bir çemender eşeği (Kıbrıs eşeğinden daha büyük bir eşek cinsi) olması yolunda emir ve tembih edilmesini rica eder.”
Çok zorlu bir yolculuktan sonra, Buhara’ya ulaşmayı başarır. Buhara’da bazı gözlemler de bulunan Derviş: “ Bu Şehirde Kırgız, Tacik, Özbek, Yahudi ve Araplardan oluştuğunu söyler. Hatta burada yaşayan Arapların, Hazreti Osman’ın Halifeliği zamanında Türkistan’ı fetheden Arapların soyundan olduğunu, ama bunların, Arap Yarımadası ve Yemen’deki kardeşlerine pek de benzemediklerini söyler. Zamanla dillerini bile neredeyse tümüyle unutmuş gibidirler.
Buhara Hanlığı, büyük bir casusluk ağı kurmuştur iktidarda kalmak için… “Benim çevremi de casuslar sarmıştı. Durumum ve sıfatın, kötü uygulamalara izin vermediğinden, Han’ın adamlarından Rahmet Bey, kaldığım tekkeye gelerek yanıma yaklaşamıyorsa da, her gün yanıma 1-2 casus gönderiyordu. Gelen casusların çoğu hacı ve İstanbul’da uzun süre kalmış kişiler oldukları için oranın dilli ve adetlerini bilmeleri nedeniyle, beni tanıdıktan sonra sözümün doğru olup olmadığını, Yani gerçekten İstanbullu olup olmadığımı anlamaları kolaydı. Bu adamları, büyük bir sabır ve sessizlikle dinledikten sonra, bu sözlerden duyduğu üzüntüyü dile getiriyor ve artık beni rahat bırakmalarını rica ediyordum. Yoksa onlara, ben sırf cehennemlik Avrupalılardan kurtulmak için İstanbul’u terk ettim. Şimdi hamdolsun Buhara-yı Şerif’te kendi âleminde tatlı bir hayat sürüyor. Yine onların anılması, hatırlanmasıyla neşemin bozulmasını istemem diyordum.”
Buhara’daki gözlemlerini şöyle dile getirir: “Araştırmalarıma göre, medreselerde 5000 kadar öğrenci bulunuyordu. Ama bunların tümü, Orta Asya halkından değildi. İçlerinde Hint’ten Keşmir’den, Afganistan’dan, Rusya’dan, Çin’den gelen çok öğrenci bulunuyordu. Öğrencilerin yoksun olanlarına Emir tarafından yıllık bir yardım veriliyordu. İşte Emir’in çevre İslam ülkelerindeki yaygın manevi nüfuzunun başlıca nedeni, bu medrese ve yardımlardı.
Orada pek çok mecliste, Buhara İslam’ın omuz gücüdür” denildiğini duydum. Gerçekten de bu sözde abartı yoktur Ben bile, bu kenti İslam’ın Roma’sı sayıyorum. Tıpkı Mekke ile Medine’yi Kudüs’ü saydığım gibi. Buhara halkı, bu inceliği bildiklerinden, diğer İslam uluslarından üstün olduklarını savunuyorlardı. Hatta, İslam’ın en büyük manevi önderi olarak kabul ettikleri Osmanlı Sultanı, ahlakın bozulmasına neden olan Batı etkilerinin ülkeye girişine izin verdiği için, belli ölçüler içinde eleştiriye uğramaktan kurtulamıyordu. (SÜRECEK)
Şakir Diclehan