Sanat nasıl doğar diye düşündüğümüzde, insanın dünyasını ve bu dünyayı biçimlendiren fikir ve değerleri akla getirmek durumundayız. Çünkü sanat, mutlaka bir kültür veya ahlaka dayanmak zorundadır.
Sanatçı, kendi yaşadığı ve bildiği dünyadan olaylara bakmak zorundadır. Yani sanatın kalkış noktası ve içinde bulunduğu asıl ortam, sanatçının içinde bulunduğu tarihi süreç ve kültürdür.
Eğer böyle bir ortam ve arayışlardan hareket edilmiyorsa, sanatçı hayalleri
veya vehimleri içinde kalır. Veya, kendi varlığını ebedileştirmeye çalışarak,
kendini putlaştırma psikolojisi içine girer.
İlahi bilgi ve muhayyileye sahip olmayan kültürlerin kaosu ve belirsizliği hep
böyle bir sonla buluşmak olmuştur. Çünkü bu tür sanatçıların aklı ve ihtirasları, herhangi irşad edici ve
bağlayıcı özelliğe kapalı olmakta ve kendi fasit dairesi içinde kalmaktadır.
Fikir adamının da durumu sanatçıya benzer. Fakat fikir adamı görüşlerini açıkça ifade etmek durumunda olduğundan, onun ne demek istediği hemen anlaşılır. Buna karşılık sanatçı, düşünce, acı ve beklentilerini duygular, semboller yardımıyla aktarmaya çalışır. Bu yüzden neyi anlatmak, hangi mesajı vermek istediğini olay veya eser bittiğinde anlamak durumunda kalırız. Bu yüzden, onun gerçeği mi, yoksa; bir hayali mi yansıttığını kolaylıkla anlamak zordur.
Günümüzde sinema, duyguyu, düşünceyi, hayalleri, mutluluğu ve kaygıları
sanatçının dünyasından ve değerlerinden alarak, “farklı ve yabancı” bir dünyayı
bizdenmiş gibi vermekte ve bizim olmayan veya bize ters olarak kurulmuş bir
mantığı sahiplendirme ve özümsetmeye çalışmaktadır.
İşte böyle bir durumda cereyan eden olaylar, belki de bizim hiç düşünmediğimiz ve yaşamadığımız gerçekler olmasa bile, ruhumuzu zorlayarak kendini benimsetmeye çalışan bir etki oluşturmaya başlamaktadır.
Sanatı bir davanın ve insanlığın
emrine vermek, onun hayata ruh ve dinamizm katmasına sebep olacak ve gönüllere
hakikat nefesini daha kolay sokabilecek niteliğe kavuşturmaktadır.
Böyle bir durumda, kişinin kendi varlığının ötesinde insanlığın ortak bir derdi veya sevinci ortaya çıkmakta ve herkes sanat eserinde kendisinden bir parça ve duygu bulabilmektedir.
Büyük sanatçı, gönül adamı, şair ve musikişinasların ebediyete uzanan duygu ve düşüncelerinden
oluşan eserleri, bütün insanlığa ışık tutuyorsa, bu güç; onların insanlığın
ortak arayış ve beklentilerine tercüman olmalarından dolayıdır. Bu yüzden
sanat adamları, birçok fikir ve siyaset
adamından daha fazla topluma yakın olmakta ve bilinmektedirler.
Kur’an, kültür dünyamızda sadece bir tebliğ ve bilgi kaynağı olmayıp, aynı zamanda ses, sanat, estetik ve ruh dünyası ile insanlığı temasa getiren mucizevi bir kaynak olmuş ve asırların içinden mesajını ve ruhunu insanlık alemine yayabilmiştir. Kur’anın ezberlenmesi ve musikisi, Türk kültüründe din ile musiki arasındaki ilahi nefesi en güçlü bir şekilde duyurmuştur.
Günümüzde, gürültü ve hareket temelli müzik kültürü, insanın sıkıntı ve ızdıraplarını gidermeye çalışmış, fiziki güzelliğine ortaya koymaya çalışan resim ve heykel ise, insanı kutsallaştırmayı hedeflemiştir. Kadın ve erkeği süslemeye yarayan mücevherler ise, sanatın ticari ve gösteriş çerçevesi içinde kalmasına yol açmıştır.
Sanatın insanın kendini arama ve bulma yolu olarak yeniden ele alınıp, geliştirilmesine fazlasıyla muhtacız. Necip Fazıl’ın “Gerçek sanat, Allah’ı aramakmış” sözü, sanatın ulaştığı en üst mertebeyi bize göstermektedir. Çünkü insan ruhu, ancak Allah’ı terennüm ettiğinde huzura kavuşmaktadır.
Prof. Dr. Sami ŞENER
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi